Tavan Arası
Gül ve Bülbül Hikâyesi
İslâm medeniyeti, asırlar boyunca hayatın maddi manevi her boyutuna damgasını vurmuş, kendi dünyasında bir ahlâk gülistanı oluşturmuştur. Modern zamanların aklıyla o gülistanı anlamak ne yazık ki kolay değil. Dahası, asırlar boyunca Arapça, Farsça ve eski Türkçe yazılmış on binlerce edebî tasavvufî eseri anlamak bir yana, aslından okuyamıyoruz bile. Bunun sebebi, başka bir dünyaya savrulmuş olmamız kadar içine düştüğümüz ihmalkârlık. Neyse ki kısmen de olsa çeviriler ve güncellemeler var.
Dil engeli bir yana, her medeniyetin kendine ait sembolleri ve simgeleri vardır. Kendi medeniyetimizin simge ve sembollerini anlamak, eski kitaplarımızın gülistanına sağlam bir adım atmak demektir. Mesela klasik edebiyatımıza, özellikle tasavvufî metinlere ancak bu semboller dünyasını keşfederek intikal edebiliriz. Bu yolculukta bize rehberlik edecek az da olsa kitap var şükür ki. İsmail Demirel’in yayına hazırladığı ve güzel bir mukaddimeyle de gül ve bülbül sembolünü izah ettiği Bülbül-nâme Hikâyesi adlı eser iyi bir başlangıç olabilir. Hakkında bir fikir vermesi bakımından kitabın başından bir kısmını paylaşalım:
“Türk edebiyatında gerek manzum, gerek mensûr eserlerin çoğunda kuşlara rastlamak mümkündür. Kuşlar, Türkçenin varlık sahasına kitap yoluyla çıktığı ilk eserlerden, bugün ortaya konan edebî eserlere uzanan silsilede çeşitli amaçlar için kullanılmıştır. Özellikle İslâmiyet’i kabulümüzden sonra, birçok varlık gibi kuşlar da hakikatin ortaya konulması yolunda birer vasıta, araç, sembol ve remz olmuştur.
Edebiyatımızda en çok rastlanan kuşların bülbül (andelip, hezar), tûtî (papağan), şahin (bâz, şahbâz, balaban) keklik, karga (zag), bıldırcın, güvercin, tâvus, kumru, hüdhüd olduğunu söylemek mümkündür.
Bülbül güzel sesiyle, kumru ‘hû’ zikri çekmesiyle, tûtî konuşmasıyla, tâvus göz alıcı renkleriyle, keklik yürüyüşüyle, güvercin ürkekliğiyle, şahin avcılığıyla şöhret bulmuştur. Diğer kuşların da tabiatlarına uygun bir özelliği ön plana çıkartılmak suretiyle remz edilmiştir.
Tasavvuf kültüründe de kuş motifinin önemli bir yeri vardır. Tasavvufta kuşlar ile ilgili birçok deyim ve ifade yer almaktadır. Bunlardan biri kuşdilidir. Bu ifade ‘Süleyman Davud’a vâris oldu: Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur, dedi.’ (Neml 16) mealindeki ayet-i kerimede geçmektedir.
Tasavvufî anlamda kuştan murad edilen ruhtur. Buna göre ruh, beden kafesinde mahpustur. Ruhun beden kafesinden kurtulabilmesi için ihtiyarî veya ıztırârî ölüme kavuşması gerekir. İhtiyarî ölüm, ‘Ölmeden önce ölünüz’ hadis-i şerifinde zikredilen ölümdür. Iztırârî ölüm ise insanın küçük kıyameti olarak ifade olunan ecel vaktinin gelmesidir. Böylece can kuşu ten kafesinden kurtulur ve ebedlere kanat çırpar.
Kuşların içinde bülbülün ayrı yeri vardır. Zira o güle sevdalıdır. Envârü’l-Âşıkîn’de geçtiği üzere gül, Hz. Peygamber’in -salât ve selâm O’nun üzerine olsun- terinin kokusundan halk olunmuştur. (Anadolu’da sembolik olarak gül bu şekilde kabul edilmiş ve sevilmiştir.) dolayısıyla bülbülün güle olan aşkını, sevdasını, onun için söylediği sözleri, döktüğü kanlı gözyaşlarını önemser ve değer verir onlara. Bu asla bir şikâyet konusu olmaz. Bilakis, bülbülün hakikat sevdalısı olduğunu bilen ehl-i mânâ bu sevdaya gıptayla bakar.”
(Bülbül-nâme Hikâyesi, Hazırlayan: İsmail Demirel, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul, 2016, s. 7-8-9-10)
‘Gözlü Körlerden Sakınırım’
Kütüphanelerimizde asırlar içinde derlenerek yazıya dökülmüş birçok latife mecmuası vardır. Bazıları meclislerde okunup tebessüm edilsin diye, bazıları da sultanları eğlendirmek için kaleme alınmıştır. Eğlenmek derken, daima söylediğimiz gibi, her bir latife aslında birçok hikmet barındırır. Aynı zamanda bazı latifeleri anlamak için söz erbabı olmak da lazımdır. Yani alelâde sözler değildir.
Latife mecmualarının bazıları çarşı pazarın, halkın ahvalini sultana bildirmek için kaleme alınmış, bundan dolayı da halkın dilinde dolaşan türlü latifeler esere kaydedilmiştir. Dolayısıyla her biri yazıldığı dönemin sohbet meclisleri ve mevzuları hakkında belli ölçüde malumat verir.
Latife derleyenler arasında âlimler, velî zatlar, şairler ve vezirler gibi muhtelif kimseler vardır. Bunlardan biri de büyük divan şairlerimizden Fehîm-i Kadîm’dir (v. 1057/1647). İçinde seksenden fazla latifenin bulunduğu Tercüme-i Letâyif-i Kibâr-ı Kümmelîn adlı eser, bir kısmı daha evvelki kitaplardan iktibas, bazıları da kendi şahit oldukları yahut duyduklarıdır. Bu mecmuadan özellikle kısa fakat hikmetli birkaç latifeyi okuyalım:
Bir gün, Behlül-i Dânâ hazretlerine sordular: “Basra’da kaç divane vardır?”
O düşünmeden cevap verdi: “Divaneler sayısızdır, fakat akıllılar sayılıdır!”
. . .
Bir âmâ geceleri fener yakardı. Bunun sırrını ona sordular. O da “Gözlü körlerden sakınırım.” dedi.
. . .
Bir kambura sordular: “Sen diğer insanlar gibi mi olmak istersin, yoksa diğer insanlar da senin gibi mi olsun?”
Kambur cevap verdi: “Diğer insanlar benim gibi olsun. Bu kadar zamandan beri ben onları seyredemezdim, onlar beni seyrederlerdi. Ben de onlara biraz ibret nazarıyla bakayım!”
. . .
Arabînin biri bir devesini kaybetmişti. Feryad ederek bağırıyordu: “Her kim benim devemi bulursa, iki deve vereyim.”
Dediler ki; “Ya o deveyi başkasına vereceğine kendine kalsa olmaz mıydı?”
Arabî cevap verdi: “Bulmada olan zevki siz bilseydiniz, deve değil can verirdiniz.”
Hikmet Ehlinden
Ey Hâce sen bellisin işbu cihan içinde
Niçe kadar diri kalasın bu az zaman içinde.
Gönlün dolu gussadert gam, eydürsün ben ölmezem
Örttü gaflet gözünü, kaldın güman içinde
Dur da bir sinleye var, nice senin gibi var
Gör ki ne halde bular irin ve kan içinde.
Kimi yiğit, kimi pir, ulu, hâce, cihângir
Mağbûn olup yatırlar, ağır ziyân içinde
Hani harir giyenler, sultanız biz diyenler
Yayan yürümeyenler, çayır çimen içinde.
Gördün kamu çürümüş, kurt kuş tenin yer imiş
Karıncalar bürümüş, bu görklü ten içinde.
Ol gül gibi yanaklar, ol bal gibi dudaklar,
Ol eller, ol ayaklar, sarılı kefen içinde.
Sordum ki bunlara, hey, sizi kim rüsvâ kıldı?
Çağrışırlar peyâpey zâr ü figân içinde.
Biri çağırıp eydür gel, hey halimi sen gör,
Bir vaktâ sultan idim, ben Horasân içinde.
Ey hâce söz senindir, aç gözünü hâlin gör,
Düriş kazan, ye yedir, yer eyle cân içinde.
Bir gün gele ölesin, nice diri kalasın
Seni dahi göreler, bir merdiven içinde.
Şeyyad-ı Hamza eyit, gözün yaşını tap tut
Sabreyle gül açılır, her dem diken içinde.
Şeyyâd Hamza k.s. (v. 749/1348)