Menkıbeler Ne Söyler?
Günümüz gençleri örneklerini, rehberlerini kaybetmiş, lisanları letafet ikliminden uzak çorak topraklar gibi. Allah dostlarını hatırlamaya, onların hikâyelerini, sözlerini bilmeye daha çok ihtiyaçları var.
Günümüz gençleri örneklerini, rehberlerini kaybetmiş, lisanları letafet ikliminden uzak çorak topraklar gibi. Allah dostlarını hatırlamaya, onların hikâyelerini, sözlerini bilmeye daha çok ihtiyaçları var. Bu sözler ve hikâyeler; tamahkârlığı, ihtirası, menfaatperestliği, gazabı, şehveti ve daha nice kötü halleri törpüleyecektir. Onlara ‘menâkibu’l-ârifin’ sofrasından ikramlar sunmalıyız.
Övünülecek haller anlamına gelen “menkabe” kelimesinin çoğulu olan “menakıp”, bu anlamıyla ilk defa Hz. Peygamber s.a.v.’in ashabının faziletlerine dair hadisleri içeren bölümlerin adı olarak “kitâbü’lmenâkıb” şeklinde kullanılmıştır. Ayrıca halifeler, mezhep imamları, padişah ve vezirler hakkında yazılan eserlerle kutsal şehirleri tasvir eden metinlerin adı olarak da kullanıldığını görüyoruz. Ancak en yaygın biçimde tasavvufî nitelikte ve Allah dostlarının sözleri ve başlarından geçen olaylar için kullanılır.
Allah dostları yaşadıkları dönemlerde “merd-i hak, merd-i mü’min” yani Allah adamı oldular, iman ve hakikat sırrına erdiler, rıza makamına ulaştılar, kulluğun neşesini sürüp insan-ı kâmil olarak nefes alıp verdiler. Allah dostlarıyla aynı zaman ve mekanı paylaşan nasipliler onları örnek aldılar. Daha onlar hayatta iken güzel ahlâkları, meziyetleri, insanları irşad edişleri etrafa yayılıyor, dillerde sözleri, menkıbeleri dolaşıyordu. Zamanla bu menkıbeler kayda geçirilmeye başlandı. Nitekim İslâmî ilimler içinde menkıbe ve söz derlemek Sahabe ve Tâbiîn devrine dayanır.
Hadis derleyenler, aynı zamanda, Ashab-ı Kiram’dan ve Tâbiîn’in büyüklerinin yaşadıklarını ve onların sözlerini derlemişler, senetleriyle kitap haline getirmişlerdir. Mesela büyük hadis âlimlerinin birçoğunun “Kitâbü’z-Zühd” adıyla kitapları vardır. Bu kitaplarda Tâbiîn devri ve sonrasında yaşamış Allah dostlarının sözleri ve menkıbeleri toplanmıştır. Bu ilmî çalışmalar daha sonraki asırlarda da devam etmiş, bu sahada binlerce eser yazılmıştır. Yaşadığımız çağda da, klasik kaynaklardan faydalanarak hazırlanan birçok eser vardır.
Menkıbelerin kıymeti
Dilden dile dolaşarak efsaneleşmiş olanlar bir yana, -her ne kadar kıymet verilmese de- menkıbeler tarihî birer belgedir. İslâmî ilimlerdeki gibi metnin pek korunmadığı, ilahî kitapların bile tahrif edildiği Batı toplumunda hırıstiyan azizlerinin menkıbeleri tarihî belge olarak kullanılmaktadır. Bizde daha güvenilir ve sağlıklı bir metin kültürü olmasına rağmen ne yazık ki bu eserlere gerektiği kıymet verilmemektedir. Oysa bugün tarih konusunda birinci derecede belge niteliği taşıyan tarihe dair eserlerle menâkıpnamelerin yazılış biçimi ve rivayet yöntemi aynıdır. Hatta müverrih (tarihçi) olan birçok zatın yazdığı menkıbe kitapları mevcuttur.
Menkıbelere kıymet verilen dönemler İslâmî hayatın en dinamik yaşandığı dönemlerdir. Tekrar, İslâmî hayatın bünyemizde tatbiki ve inşası için Kur’an-ı Kerim’i ve Peygamberimiz’i en güzel şekilde anlayıp yaşayan Allah dostlarını kendimize ayna yapmak için menakıbnâme tarzı yazılmış eserleri tozlu raflardan indirip, manevi soframıza koymak zorundayız.
Menakıbnâmelerde, Allah dostlarının makamları, mücahedeleri, seyr ü sülûkları, kerametleri, güzel ahlâkları ve onları kâmil insan yapan marifetleri ve halleri anlatılmıştır. Menkıbeler okundukça hem onlara karşı muhabbetimiz artacak, manevi vuslat ve yakînimiz meydana gelecektir. Aynı zamanda Allah dostlarına muhalefet eden, onları reddeden nasipsizlere karşı da mukavemetimiz artacaktır.
Allah dostları aynı zamanda kalp doktorudurlar. Cüneyd-i Bağdadî k.s. hazretleri, “Velilerin menkıbelerinin müritlere faydası nedir?” sualine Hûd suresindeki ayetle cevap verir. Ayet mevzumuzu anlamlandıracak bir kandil gibi karşımızdadır: “Ya Muhammed, peygamber kıssalarını ve haberlerini sana hikâye ediyoruz, onların hallerinden seni haberdar ediyoruz. Ki bu suretle gönlüne sebat ve kuvvet gelsin.”
Onlar gibi olmak için
Nitekim hastalıklarımızda Eyyüb aleyhisselamı, hasret ve ayrılık saatlerimizde hüzün kulübesinin sahibi Yakup aleyhisselamı, belaların karanlık dehlizinde Yunus aleyhisselamı hatırlayıp irademizin çelikleştiğini hissetmişizdir. Bir bela anında isyan eden kalp, ariflerin: “Sen sevgilisin, senden gelen her şey sevgilidir.” neşesini hissedince kalbini zikre yönlendirir.
Sabır denen, insanı erdiren bu üstün sıfatı bünyelerinde en güzel tatbik edenler Allah dostlarıdır. Biz de onları okuyup anlayarak sabrı öğreneceğiz, sufilerin hayatlarını tahsil ederek insani erdemlere ulaşacağız. Allah dostlarının sözlerine kulak vererek, hal ve hareketlerini anlayarak yaşamaya çalışıp, daha çok hakikat ve kurtuluş yolunda ilerleyeceğiz.
Efendimiz’in “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Sözünden anladığımız şu ki, Allah dostlarını sevmek, onları anmak manevi beraberliğin sırrını taşıyor. İşte bu sır ki bizi mahşer gününün yakıcı zehrinden Allah’ın izniyle kurtaracaktır.
Ebu Abbas hazretleri “O’nun sevgi eteğine yapışamazsan, hiç olmazsa onu sevenlerin sevgi eteğine sarıl. Zira O’nun dostlarını sevmek Allah’ı sevmekten başka bir şey değildir.” der. Allah dostunu sevmek bizi Allah’a ulaştırır. Çünkü Allah dostları, Allah için sevmeyi öğreten en büyük muallimlerdir.
Menkıbelerden öğrendik
İbrahim Edhem k.s., “Bir kalpte iki sevgi olmaz!” diyerek kalbi Allah sevgisinin tamamıyla kaplamasıyla hakiki sevginin meydana geleceğini öğretti. Bizi Allah sevgisinden uzaklaştıran, ahiret özlemimizi eksilten aşırı dünya sevgisine meyletmemeyi en zarif nüktelerle onlar bize anlattı. Dünyaya aşırı meylettiğimiz anlarda, uçurumun tam da kenarında hırs ve tamah anında Şakik-i Belhî k.s. gaflet perdemizi yırttı:
Bağdat halifesinin huzuruna getirilen Şakik’e halife, “Zahid sen misin?” diye sorar. O da, “Şakik benim amma zahid sensin.” cevabını verir. Halife, “Bu kadar debdebe içinde ben nasıl zahid olurum?” der. Şakik de, “Cenab-ı Mevlâ dünya metaı için az (kalîl) demiş. Sen az olana talipsin, azla kanaat ediyorsun. Zahid azla kanaat edendir.” buyurunca halife rikkate gelir, ağlamaya başlar.
Böylesi aktarımları okuyan veya dinleyen kalbin ihtizaza gelmemesi mümkün değildir.
Kâinata sevgi nazarıyla bakmanın, en kötüsünden bile ümit kesmeden onlara yaklaşmanın, karıncayı bile yüce nazarla seyretmenin sırrını onlar yakalatır. Çünkü fasıklar, salihlerden ziyade tembih ve ikaza muhtaçtır, diyen onlardır. Alkolizm batağından kurtulamayıp çaresiz alkolik gelip âkil gidenlerin varlık sahnesi onların meydanıdır. Ulu ariflerden biri tam da bu noktada menakıbnâmelerden dile gelir ve şöyle söyler: “Ya Rabbi, kötülere merhamet et. İyilere zaten lütfetmiş, onları nimetlendirmişsin.”
Hazreti Pir’i anlatan bir menkıbede de Mevlâna’nın şöyle bir sohbetiyle karşılaşırız: ‘Hz. Mevlâna’nın başında toplananlar fasık, günahkâr kimselerdir,’ demişler. Hazreti Pir’den: ‘Salih olsalardı benim onlara mürid olmam lazım gelirdi.’ cevabını almışlar. Şah-ı Nakşibend’in ifadesiyle evliyaullahın ara sıra fasıklar arasında bulunmaları, onları Allah’ın gazabından muhafaza içindir. Nitekim Cenab-ı Hak Mekke müşrikleri için: “Peygamberim, sen aralarında bulundukça Allah onları azaplandırmayacaktır.” (Enfal, 33) buyurmuştur.
Neticede de Efendimiz s.a.v.’in gölgesinde emniyet ve huzur içinde yaşayan Kureyş, hicretten sonra mağlubiyet, kıtlık gibi nice kahr-ı ilahiyeye uğramışlardır. Peygamber’in manevi mirasçıları Allah dostları da güzelliklere ve berekete kaynaktırlar. Çünkü onlar Kur’an’ın ve Peygamber’in düsturlarıyla zırhlanmışlardır. Ateşe sürülen demir gibi ateşin rengini ve hararetini yüklenmişlerdir. Demirlikten çıkmasalar da ateş gibi yakarlar onun rengini alırlar.
‘Kişi sevdiğini örnek alır’
Şeyhülislâm Abdullah Ensarî k.s.: “Her pirden bir söz ezberleyiniz, buna gücünüz yetmezse isimlerini belleyiniz; zira bu isim sayesinde nasip alırsınız.” buyurur. Üstatların menakıbnâmeler vasıtasıyla, eserleriyle bizlere ulaşan sözleri, halleri onlara meylimizi, muhabbetimizi arttıracaktır. Bu muhabbet sayesinde, “Kişi sevdiğini örnek alır,” fehvasınca onları kendimize ayna yapar, hem manamıza hem de maddemize böylelikle çeki düzen veririz.
Menakıbnâmelerde okuduğumuz Allah dostları iman atlasının en kıymetli motifleridir. İmanı derinleşmemiş kuvvetlenmemiş mümin onları okudukça iman kalesi muhkemleşir ve asla yıkılmayacak bir sağlamlığa erişir. İslâm büyükleri Allah Tealâ’nın azmetinden, azabından, insanın imanını zayıflatan, kibir, gurur, riya, ibadet eksikliği, ihmalkârlığı gibi tehlikeli marazî sıfatlardan son derece korkmuşlardır. Hatta tasavvuf binasını güçlü kılan ve ona temellik vazifesi yapan zühd ve takvayı riyazet ve mücahedeyi doğuran bu korku olmuştur. Bu haşyetin, havfın derin örnekleri ile doludur menakıbnâmeler. Çünkü onların bir an gaflete dalsa gözleri, bir ömür gözyaşı cezasındadırlar.
‘Her gün okuyunuz!’
Ayet ve hadislerden sonra en anlamlı ve tesirli sözler, mana mücevherleri, sufilerin, velilerin sözleridir. Sufilerin menkıbelerinde vücut bulan bu sözler daima kalbimizde, zihnimizde yeni pencereler açar, zihinsel çıkmazlardan bizi kurtarır. Zihnimizde mana çiçekleri açtırır. Kur’an deryasından, ilim sahibi değilsek sadece meal ile her şeyi anlamamız mümkün değildir. Allah dostları ise o manayı kavramışlardır. Böylece onların sözleri Kur’an’ın tefsiri hükmü kazanır. Çünkü onlar hallerini, dillerini Kur’an mihengine vurmaktadır. Bizler de onların sözlerini duyunca imanî, fikrî derinlik kazanırız.
Yusuf Hemedanî hazretlerine gönül kulağımızı verelim. O büyük zata, “Allah dostlarına ulaşamıyorsak ve onlar gizlenmişse selamete ermek için ne yapalım?” diye sordular. Şöyle buyurdu: “Allah dostlarının sözlerinden her gün okuyunuz. Gaflet sahipleri hatta bunu vird edinsin.”
Dünya köhne bir saray görüntüsündedir. Viraneye baykuşlar dolmuştur. İyiler artık, adı var cismi yok zümrüdü ankadırlar. Bir himmet eteğine yapışıp kalbimizi parlak bir aynaya dönüştürmek zorundayız. Allah dostlarının nazarına, sözlerine bu hasta kalbin ihtiyacı vardır. Günümüzdeki bahtsız ve nasipsizlerin, manevi devletin sultanlarını, Allah dostlarını hatırlamaya, onların hikâyelerini, sözlerini bilmeye daha çok ihtiyaçları vardır. Bu sözler ve hikâyeler dünyaya meylimizi azaltacağı gibi, insanı eşref-i mahluk yapan hasletlerle donatır. Tamahkârlığı, ihtirası, menfaatperestliği, gazabı, şehveti ve daha nice kötü halleri törpüler.
Özellikle gençlerin zihin defterinde menakıpnâmelerden öğrenecekleri isimlere ihtiyaçları vardır. Günümüz gençleri örneklerini, rehberlerini kaybetmiş, lisanları letafet ikliminden uzak çorak topraklar gibi. Özellikle incelmiş ruhlar haline getirmek için gençlere, menâkibu’l-ârifin sofrasından ikramlar sunmalıyız.
Menkıbe Kitaplarını Niçin Yazdılar?
Meşhur hadis alimlerimizden İmam Beyhakî rh.a. Kitâbü’z-Zühd adlı eserinin önsözünde şöyle der:
“Daha önce farklı kitaplarımda zühd ve dünya arzularından arınma mevzunu ele almış, Delâilü’n-Nübüvve adlı eserimde Efendimiz s.a.v.’in dünyadaki hayatının nasıl olduğunu anlatmıştım. Bu arada zühdün faziletine, amele çokça koşmaya dair selef-i salihinden ve sonraki zatlardan pek çok sözü tespit etmiştim. İşte bu kitapta bunları bir araya getirdim.”
Şöhreti asırları aşan Feridüddin Attar hazretleri de Tezkiretü’l-Evliya’yı niçin yazdığını anlatırken şöyle der:
“Kur’an ve hadisten sonra sözlerin en iyisi olarak onlarınkini gördüm. Sözleri tümüyle Kur’an ve hadislerin şerhinden, açıklamasından ibarettir. Her ne kadar onlardan değilsem de onlara benzemiş olayım diye kendimi bu meşguliyetin içine attım. Çünkü hadiste ‘Bir zümreye benzeyen onlardandır.’ buyrulmuştur.”
Risâle-i Kudsiyye yazarı Muhammed Pârsâ hazretleri de şöyle der:
“Hayra vesile olur diye yüce zatların, dostlarımızın emir ve tavsiyesiyle bu kudsî sözlerden birkaçını teberrüken yazdım. Böylece sadık müritleri ve sevenleri Şah-ı Nakşibend hazretlerinin sözlerini dinleyip istifade etmiş, sanki o mecliste bulunmuş gibi olsunlar. Gönülleri ve ruhları rahatlasın.”
Reşehat yazarı Ali es-Sâfî hazretleri de yazma sebebini şöyle açıklar:
“Nisan 1488’te Ubeydullah Ahrar Taşkendî hazretlerine bağlandım ve dergâhın hizmetkârlarıyla bir araya gelme imkanına kavuştum. O saadet dolu günlerde Hâce Ubeydullah hazretlerinin kutlu meclislerinde sürekli Nakşibendî büyüklerinin ahlâk ve faziletlerine dair menkıbeler anlatılırdı. Sohbetler sırasında anlatılanları dinlemekle onurlanır, hazretin tatlı dillerinden dökülen marifet, hakikat ve incelik kokan kıymetli sözlerden yararlanmayı daima ganimet sayardım. Orada edindiğim değerli bilgileri kavradıktan sonra onları hafızama alır ve değişikliğe fırsat vermeden kağıda dökerdim.”
Meşhur menakıp kitaplarımızdan Molla Cami hazretlerinin Nefahâtü’l-Üns adlı eserini Osmanlı devrinde Türkçeye tercüme eden Lamiî Çelebi rh.a. eseri tercüme etme sebebini şöyle açıklar:
“Bu eser, baştan başa iman taliplilerinin üstün kerametleri ve irfan çeşmelerinden içen zatların yüce makamlarının anlatılması ile doludur. İşte bu kitabı okuduktan sonra hatırıma şu geldi: Gücüm yettiği kadar fırsat elverdikçe bu eserin faydalarını yayayım, müminlere serdiği sofradan bir tane de ben açayım.”