İsyandan O’na Dönüş
“Ey iman edenler! Nasuh (samimi, ciddi) bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve O’nunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider de derler ki: Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla. Çünkü sen her şeye kadirsin.” (Tahrim 8)
Tevbe, imana dair makamların ilki, hak yolculuğunun başlangıç noktası, Allah Tealâ’ya vuslat kapısının anahtarıdır. Sözlükte “dönmek” anlamına gelen tevbe, şeriat dilinde “günahtan, günah olduğu için pişmanlık duyarak vazgeçmek”tir.
İşlenen günahın çirkinliğinden dolayı değil; bedenine, malına veya itibarına zarar verme gibi herhangi bir korku yahut ümit sebebiyle vazgeçmek tevbe değildir.
Tevbe, günahın bir menfaati görülse bile, o günahın çirkinliğini içte duyup tiksinerek vazgeçmektir. Çirkin olduğu için günahı terk etmek ve bir daha işlememeye karar vermek, kaçırılan amellerden telafisi mümkün olanları telafi etmektir. Önceden işlenen günahlara sürekli üzülmek, korku ve ümit arasında bulunup, kötü arkadaş ve ortamlardan uzak durmak ve cennet ehli insanlarla birlikte bulunmaktır. Tevbe, geçmişte olan şeylere pişman olmak, gelecekte olacakları ıslah etmektir. En nihayetinde tevbe; tevbeye güvenmekten vazgeçip, tevbeden bile tevbe etmektir.
Tevbenin pek çok tarifi vardır. Şu üç mana bilindiğinde yapılan bütün tarifler bir çatı altında toplanmış olur:
Tevbe, sırası ile şu üç şeyin birleşmesinden ibarettir: İlim (bilgi), hal ve amel. Önce bilgi, sonra hal, sonra da amel gelir. Birinci ikinciyi, ikinci de üçüncüyü gerektirir.
İlim/bilgi günahın büyük zararlarını, kul ile Rabbi arasında bir perde olduğunu bilmektir. Kul bu bilgiyi kalbinde kesin olarak hissettiği zaman Rabbini kaybettiği için sıkıntı ve acı duyar. Çünkü Rabbini kaybeden kalp mutlaka acı çeker. O’nu kaybetmesine sebep olan şeyden duyduğu acıya nedamet ya da pişmanlık denir.
Bu acı iyice kalbi kapladığı zaman bundan yeni bir durum ortaya çıkar ki buna da “hal”, yani şimdiye, geçmişe ve geleceğe dair bir karar ve irade denir. Halin bu an ile ilgisi, yapmış olduğu yanlışı hemen terk etmektir. Geleceğe dönük tarafı, Rabbinden kendisini ayıran kötülüğü ebediyen yapmamaya azmetmektir. Geçmişe dönük tarafı ise, geçmişte kaybettiğini iyilik yaparak ya da kaza etmekle telafi etmeye çalışmaktır.
Bu üç özelliği dikkate alındığında tevbe kötü huyları iyi huylarla değiştirmek olduğu anlaşılır. Bu da ancak halk içinde Hak ile olmak (halvet der encümen), sükût etmek ve helal yemekle tamam olur.
Rivayete göre Hz. Ali r.a. bir bedevînin şöyle dua ettiğini işitir: “Allahım senden mağfiret diliyorum, sana tevbe ediyorum.” Hz. Ali r.a. ile adam arasında şöyle bir konuşma geçer:
– Ey istiğfar eden kişi! Dilin çabucak tevbe etmesi şeklinde (şuursuzca) yapılan tevbe yalancıların tevbesidir.
– Öyleyse tevbe nedir?
– Tevbede altı husus bir araya gelmelidir: Geçmiş günahlardan pişmanlık duymak. Yerine getirilmemiş farzları yerine getirmek. Haksızlığa uğratılan kişilerden helallik almak. Bir daha o şeyi yapmamaya karar vermek ve günah içinde beslenen bedeni Allah’ın itaati içinde eritmek. Yani nefsine günahların tadını tattırdığı gibi itaatin acılığını da tattırmak.
Nasuh tevbe nedir?
Ayet-i kerimede tevbenin sıfatı olan “nasûh” kelimesine parantez içinde “samimi, ciddi” manası verdik. Lügatlar bu kelimeyi “nush” ve “nasîhat” maddesinde açıklar. Kelime iki manada kullanılır. Birisi “hâlislik ve saflık” manasınadır. Bu manada “nasûh”, “çok hâlis ve temiz” demektir. Diğeri de “onarıp düzeltmek” anlamındadır. Dolayısıyla “nasûh”; “çok ıslah eden, onaran, hiçbir gedik bırakmayacak şekilde dinindeki eksiklikleri düzeltip güzelce tamir eden” demektir.
Kelimenin kökünde bulunan “nush” ise iyi niyet ve temiz kalp ile herkesin iyiliğini isteyerek eksiklikleri düzeltip ıslah etmek, öğüt vermek, vaaz ve nasihat etmek manasına gelir. Bu anlamda “nasûh” aynı zamanda “çok iyi nasihat edici” demektir.
Nasihat, ibadete rağbet ettirmekten ve günahlardan men etmekten ibarettir. Bu yönüyle hakiki bir tevbede, tevbe eden kimsenin tevbesi o günahtan men ettiği için yapılan tevbeye “nasûh” denir. Eğer tevbesinde sebat ederse, o günahı bir daha işlemeye tevbesi daima mani olur. Ama tevbeyi bozar ve tekrar günahı işlerse tevbe nasûh olamaz. Zira tevbesi nasihat etmiş olsaydı tevbe ettiği günahı tekrar işlemezdi.
Yukarıda geçen iki anlama göre “nasûh”, tevbenin doğrudan doğruya sıfatı olarak hâlis, ciddi, temiz; insanın dinini ve ahlâkını düzeltecek tesirli bir tevbe anlamındadır.
Nasûh tevbe içtenlikle yapılan, sonradan bozulmayan tevbe olduğu gibi, kişinin kendinden bilmediği, kurtuluşunu kendisine bağlamadığı, sadece Rabbinin lütfuna ve inayetine güvendiği tevbedir. (İmam Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl; İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn; Râgıb el-Isfahânî, Müfredât; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l-Kur’an; İmam Rabbânî, Mektûbât; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Mehmed Vehbi Efendi, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)
Nasuh tevbe nasıl olur?
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Samimi tevbe, sağılan sütün memeye geri dönmediği gibi, tevbe eden kimsenin de günahlara dönmemesidir.” (Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, 18/182; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 8/227)
Allah Rasulü s.a.v. başka bir hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki: “Bütün insanlar hata yapar, hata yapanların en hayırlısı ise hatasından dönendir.” (Tirmizî, Kıyâmet 50; İbn Mâce Zühd 30)
Abdullah b. Abbas r.a. nasûh tevbesini şöyle tarif etmiştir: “O, dil ile istiğfar etmek, kalp ile pişman olmak ve azaları günahlardan uzak tutmaktır.”
Efendimiz s.a.v.’in sırdaşı diye meşhur olmuş sahabî Huzeyfe el-Yemânî r.a. ise der ki: “Bir kimsenin tevbe ettiği günaha geri dönmesi kötülük olarak ona yeter.”
Tevbenin kabul edilmesi konusunda Nisâ suresi 17. ve 18. ayet-i kerimelerde belirtildiği üzere, Allah Tealâ’nın kesin şekilde kabulünü vaad edip üstlendiği tevbe, ancak bir cahillikle bilmeyerek yapıp da sonra çok geçmeden tevbe eden, günahında ısrar etmeyen kimselerin tevbesidir. Bu ayet-i kerimelerin meali şöyledir:
“Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; Allah işte bunların tevbesini kabul eder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca ‘Ben şimdi tevbe ettim’ diyenler ile kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.”
Allah Rasulü s.a.v. “Ey insanlar! Allah’a tevbe edip ondan af dileyiniz. Zira ben ona günde yüz defa tevbe ederim.” buyurur. (Müslim, Zikir, 42)
O’nun tevbeyle emrolunmuş olması, ümmetine de tevbenin vacib olduğunu beyan etmesi ve kendisinin masum olduğu halde günde yüz defa tevbe ettiğini bildirmesi, ümmetini tevbeye teşvik etmek içindir.
Şu halde bilerek günah yapan, çok geçmeden tevbe etmeyip günahlara alışan ve derken, can çekişme anına gelip hayatta kalmaktan ümit kesme durumunda tevbe edenlerin tevbeleri kesin değildir; Allah Tealâ’nın dilemesine kalmıştır.
Bu hususta konunun hakikati şöyledir: Can çekişmeden önce henüz hayattan ümit kesilmeden evvel küfürden tevbe ile iman kabul edilir. Fakat can çekişme anında küfürden tevbe edenin imanı kabul edilmez. İmandan sonra hayırlı bir amel yapabilecek bir zaman bulunmalıdır. (Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Abdülkerim el-Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât; Mektûbât-ı Rabbânî; Kelâbâzî, Taarruf; Hak Dini Kur’an Dili)
Tevbenin isteğe bağlı olması gerekir. Zorla yaptırılan tevbe son nefesinde iman eden kimsenin imanına benzer ki, bu makbul ve muteber değildir. Diğer ibadetlerde de böyledir. Peygamberler de insanları zorla değil, usulünce tebliğ ve mucizelerle imana davet etmişlerdir.
‘Umulur ki Rabbiniz kötülüklerinizi örter’
Ayet-i kerimedeki “umulur ki” ifadesi, kötülüklerin örtülmesinin Allah Tealâ üzerine bir mecburiyet olmadığını, olsa olsa O’nun lütuf ve ihsanının gereği ilâhî bir vaad olmasını ifade eder. Yoksa kulun tevbesi bu neticeyi gerektirmiş ve mecbur kılmış değildir. Nasûh tevbe için böyle olunca, onun dışındaki tevbeler hakkında daha ileri bir vaadin olmayacağı aşikârdır.
Bağışlanma ve sevap ile güzel bir şekilde kabul edilme ümidini besleyerek tevbe etmek, tevbenin hâlis ve nasûh olmasına mani değildir. Tam aksine böyle olması teşvik eder, istek uyandırır. Günah şeylerden Hak Tealâ’nın katında çirkin olduğu için vazgeçmek, geçmişte olan hata ve yanlışların hiç olmamış gibi örtülmesini, bir günahsız gibi rızaya ermeyi istemekten başka bir şey değildir.
Burada şu husus iyi anlaşılmalıdır: Tevbe ile günahın örtülmesi, hiç işlenmemiş gibi Allah’ın ilminden silinmesi demek değildir. Bunun içindir tevbe deyince, her hususta masum birine eşit olma vaadi anlaşılmamalıdır. Günah madem ki işlenmiştir, o halde yazılı kalmalıdır. Allah Tealâ’nın ilminden silinmesine imkân ve ihtimal yoktur. Ancak nasûh bir tevbe ile, iyiliklerle ve kefaretle örtülür, bağışlanır ve cezası affedilir. Geçmiş hesap defterinden silinir, hatta ondan sonra hale göre tam bir günahsız gibi muamele edilir. Fakat masum olmadığından, masumlar derecesine yükseltilmesi hususunda teminat verilmez. Bununla beraber ümit de kesilmez, çünkü Allah her şeye kâdirdir.
Bu ayette Allah Tealâ’nın tevbeyi emretmesi, Ebussuud Efendi rh.a. ve Hâkim Nişabûrî rh.a.’in beyanlarına göre insanın işlemiş olduğu bir günaha tevbe etmesinin farziyetine delildir. Çünkü mutlak olan bir emirde aslolan derhal yerine getirmektir. Bu ayet-i kerimede de tevbe emri bir şeye bağlı olmayıp, kayıtsız şartsız bir emir olduğundan küçük ya da büyük günah işleyen kimsenin derhal tevbe etmesi farz olur. Geciktirmek caiz olmaz. Günahı işledikten sonra tevbeyi geciktirirse, bundan dolayı ikinci bir günahla da günahkâr olur. Günaha düşen, zaman geçirmeden tevbe etmeli, af dilemelidir.
Ölümcül zehir yutan biri hemen kusarak onu çıkarmaya çalışacağı gibi, iman mahalli olan kalbi öldüren isyanı, günahı da hemen tevbe ile atmak lazımdır. Allah Rasulü s.a.v. buyuruyor ki: “Sonra yaparım diye işleri ihmal edenler helak oldu.” (Deylemî, el-Firdevs, 2420; Ebu Nuaym, Hilye, 33, 383; 6, 55; 9, 283; İbn Adî, el-Kâmil, 1, 205)
‘O, müminleri utandırmaz’
Ayet-i kerimenin ikinci kısmı büyük müjdeler vermektedir: “Peygamberi ve O’nunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar.”
Allah Tealâ, Peygamberi’ni, şefaatini reddetmemek suretiyle utandırmayacaktır. Haklarındaki şefaati kabul ettikten sonra da müminleri kâfirlerin huzurunda utandırmayacaktır. Müminleri utandırmama, Cenab-ı Hakk’ın, kâfirlerin vâkıf olamayacağı bir şekilde günahkâr müminlere azab etmesiyle de mümkündür.
İman ve amele göre nur
“Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider.”
Ayet-i kerimede “önlerinden ve sağlarından” denilmesi, o bahtiyar müminlerin amel defterlerinin bu iki yönden verilmesinden dolayıdır. Nitekim cehennemliklerin de amel defterleri sollarından ve arkalarından verilecektir.
“Derler ki: Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla. Çünkü sen her şeye kâdirsin.”
İbn Abbas r.a. şöyle der: “Onlar bu sözü, münafıkların nuru söndürülünce korktukları için söyleyecekler.”
Hasan Basrî rh.a. de şu açıklamayı yapar: “Allah Tealâ onların nurunu tamamlamıştır. Fakat Allah’ın huzuruna iyice yaklaşmak arzusuyla böyle dua edecekler.”
Müminlerin nurları amellerine göre birbirinden farklıdır. Müminlerin derece bakımından en alt seviyede olanları, nuru ancak basacakları yeri aydınlatanlardır. Dolayısıyla bu nurun tamamlamasını, yani daha fazla verilmesini isteyeceklerdir.
Şöyle de denilmiştir: İman ve amelde önde olan ârifler Sırat’tan şimşek gibi geçerler. Müminlerin bazıları rüzgâr gibi, bazıları atlı hızıyla, bazıları yüz üstü, bazıları da arkası üzere sürünerek geçer. İşte bu esnada “Rabbimiz, nurumuzu tamamla.” diye dua edenler bu son iki kısımdır. Bu izahı allâme Cârullah ez-Zemahşerî kısaca Keşşâf adıyla bilinen tefsirinde yapmıştır.
Sehl et-Tüsterî k.s. der ki: “Dünyada ve ahirette Allah’a muhtaç olma durumu müminlerden hiçbir zaman sâkıt olmaz. Onlar izzet ve zenginlik yurdu olan cennette olsalar bile yine de Allah Tealâ’ya ihtiyaç içinde olurlar. Çünkü O’nunla karşılaşma hasretiyle yanarlar. Bu sebeple bizim nurumuzu tamamla, derler.”
Başka bir izaha göre de nurun tamamlanmasından maksat, müminlerin esenlik yurdu olan cennete ulaşıncaya kadar devam etmesi demektir. “Bizi bağışla.” ifadesi ise günah kirinden temizle demektir.
İmam Rabbânî k.s. Mektûbât’ında bu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle der:
“Her türlü günahtan tevbe etmek nasip olur, bütün haramlara ve şüpheli şeylere karşı verâ (harama düşme tehlikesiyle şüpheli şeylerden kaçınma) ve takva ile hareket etme kabiliyeti elde edilirse, bu ne büyük bir bahtiyarlıktır! Gerçi bazı günahlardan tevbe etmek, bazı haramlara karşı verâ ile hareket etmek de bir kazançtır. İnşallah bu bir kısmının bereketi ve nuru diğer bazılarına sirayet eder de bütün günahlardan tevbe ve diğer isyan sayılan şeylere karşı verâ ile hareket etme başarısı kazanılır. Bir işin bütünüyle yapılması mümkün olmuyorsa, o iş bütünüyle terk edilmez.”
‘Sen her şeye kâdirsin’
Ayet-i kerimedeki bu ifade, öncesiyle bağlantılı ele alındığında Cenab-ı Hakk’a hitaben “nuru tamamlamaya, günahları bağışlamaya ve tevbeye güzel karşılık vermeye elbette gücün yeter” demektir.
Bütün bu izahlar ışığında ayet-i kerimenin tefsiri şöyle özetlenebilir:
Ey müminler! Günahlardan kalplerinizi temizlemek muhakkak ki imanınızın gereğidir. Kalpleri temizlemek de işlemiş olduğunuz günahlara pişmanlıkla tevbe ile dergâh-ı izzete yönelmekle olur. Öyle bir tevbe edin ki, bu tevbe sizi hem günah işlemekten men etmeye nasihat edici olsun hem de kalbinizi temizlediği gibi zâhir uzuvlarınızı da ibadetle süsleyici olsun. Bu şekilde tevbe ederek günahları terk ederseniz, Âlemlerin Rabbi’nin de sizleri affedip günahlarınızı örtmesi ve altından nehirler akan cennetlere koyması umulur.
Şu fani dünyada ölümden korkan kimsenin zararlı ve zehirli şeyleri hiçbir şekilde yemesi caiz olmadığı gibi, ebedi helakten korkan kimsenin de günahlara yaklaşmaması öncelikle zorunlu olur. Zehri içen pişman olup, dünyada biraz daha yaşayabilmek için nasıl hemen kusmaya çalışırsa, din zehri demek olan günahları da bir an önce içinden çıkarıp ebedi helakten kurtulması için bütün tedbirleri alması öncelikle vacip olur. Zira ahiret azabının sonu yoktur.
O halde tabiplerin müdahalesine imkan bırakmayacak şekilde maneviyatı harap etmeden önce hemen tevbe ederek günah zehrinden kurtulmaya çalışmak lazımdır. Sonra iş işten geçer, hiçbir şey fayda vermez olur. (Tefsîr-i Kebîr; İhyâu Ulûmi’d-Dîn; Necmeddin Kübrâ, Usûl-i Aşere; Mektûbât-ı Rabbânî; Letâifu’l-İşârât; Hülâsatü’l-Beyân; Hak Dini Kur’an Dili)
Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.