Dil Ne Söyler, Kalpte Ne Var?
Son bir asırdır sadece zihnimiz değil, kalbimiz de karışık. Dinimizi “mevzu” haline getirdikçe ondan uzaklaştık. Yani en çok dinden bahsedenler maalesef en dindarlarımız değil.
Tek parti baskısı altında dinden bahsetmek yasaktı. İnsanlar o dönemde bir mushaf, bir ilmihal kitabı bulduklarında çok seviniyorlardı. Topluma empoze edilen din düşmanlığına rağmen hâlâ âlim ve âriflerin müstakim çizgisi sağlamdı. 1950’de tek parti baskısından kurtulan ülkemizde dinî kitaplar ve dergiler giderek çoğaldı. 1960’lardan itibaren ise dinî söylem ideolojik, yani siyasî bir kılıfa büründü. Dini söylemleştiren, itikadı bozuk birçok kişinin kitapları Arapça’dan tercüme edildi. Bu tarz pek çok kitap da telif edildi. Dindar insanların bir kısmı, sanki bir eksikleri tamamlanmış gibi sevinçle “bizim de ideolojimiz var” demeye başladılar. Küfrün manevi boşluğunu doldurmak için ürettiği Liberalizm, Sosyalizm, Pozitivizm gibi ideolojiler bu kez müminlerin zihnine, kalbine, diline doldu. Yani Allah Tealâ ile aramıza bir çöp yığını daha koymuş olduk.
Din mi ideoloji mi?
“Din eşittir ideoloji” formülü giderek dindarlığın yerini aldı. Birilerinin “İslâm’ı tekrar hayata hâkim kılmak” olarak tarif ettiği İslâmcılık bu formülden doğdu. Onlara göre Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in irtihalinden hemen sonra gerçek dinin üzeri toz toprakla örtülmüştü. Yani aynen İslâm düşmanı Batılı oryantalistlerin dediği gibi, bu İslâmcılar’a göre asırlardır bildiğimiz, yaşadığımız İslâm’ın modası geçmişti. Bu yüzden günümüzle Asr-ı Saadet arasındaki her âlime, ârife, mütefekkire, müellife, sanatçıya dil uzatmak moda olmuştu.
İşte bu sapma siyasete de, ticarete de, düşünceye de etiketinde “İslâm” yazan ama içi boş söylemler ve eylemler hediye etti. Dini başka herhangi bir konu gibi görme yanlışı maalesef yaygınlaştı. Dilde “cihad, Kudüs, Filistin, dava, İslâm devleti, tebliğ” gibi belirli anahtar kelimeler yaygınlaştıkça, bu kavramların içi boşaldı. Çünkü söz yeterli görülünce kimse öze bakmadı. Din söylem haline geldikçe ahlâk eksildi. Müslüman olmayanlar siyaseti, ticareti, akademisyenliği nasıl yapıyorsa aynısı yapıldı. Sadece başına “İslâm” kelimesi konuldu.
1980’lere geldiğimizde, taşradan büyük şehirlere gelip üniversite okuyanlar bu kez başka bir batağa saplandı. “Batı’yı eleştireceğiz” diyerek dinimizi giderek Batılı gibi görmeye, tarif etmeye ve maalesef öyle inanmaya başladılar. Gururla okudukları Batılı filozofların bâtıl bakışlarına dinimizi uydurmaya çalıştılar. Batılılar “hermönetik” mi diyorlar; bizimkiler de hemen Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Seniyye’ye öyle bakmaya başladılar. Batı tarihselcilik, rasyonalizm, sosyalizm, postmodernizm dediğinde de aynı kompleksle davrandılar. Giderek referans aldıkları bâtıl filozofları mutlak görmeye başladılar. Âlimleri, ârifleri, Sünnet’i ve hatta giderek Kur’an-ı Kerim’i -hâşâ- eksik görmeye başladılar. Bugün bu ahlâksızlaşma süreci maalesef ayetleri inkâra, küfrün ürettiği teori ve modellere göre Allah’ın kelâmını tevil etmeye kadar vardı.
Oysa “müslümanım” diyen birisi Allah’ın kelâmını ve mütevatir hadis-i şerifleri inkâr, tahrif, tahfif etmeye, nefsine yani kafasına göre anlamaya ve anlatmaya kalkarsa ona hoşgörü gösterilmez. Yanlışı, hatası, yamulması düzeltilir. Hoşgörü, doğru yolda olanların farklı görüşlerine gösterilir. Yoldan çıkanların görüşlerine değil...
Gevezelik mevzusu
Bir şeyi “mevzu” etmek, o şeyle arasına mesafe koymaktır. Ahlâk ise değerler sisteminin dışında değil içinde olmaktır. Mesela dürüstlük hakkında bin cümle kuracağına bir dürüst iş yapmak evlâdır.
Evet; dinden bahsedenler çoğaldı ama gerçek anlamda dindar olanlar azaldı. İlahiyat fakültelerinde, dersliklerde, dergilerde, kitaplarda, parti toplantılarında, caddede, sokakta, çarşıda dinden dem vuranlar çoğaldı ama bizatihi dini yaşayanlar azaldı. “Dini yaşamak” tabiri bile artık bir klişe, bir beylik laf haline geldi. Hâlin yerini kâl aldı. Böylece öz ile söz, düşünce ile iş, söylem ile eylem arasındaki makas açıldıkça açıldı. Dini yaşayan, ancak onu mevzu etmeyenler “pasif, gelenekçi, hurafeci” olarak adlandırıldı.
Dindarlar arasında söylem ile eylemin, iman ile ahlâkın arası giderek açıldı. Hele bir de İslâmcılık ideolojisinin hedefi olan “iktidar ve güç” hedefine yaklaşıldıkça, birçoklarının asıl “dava”sının imana ve İslâm’a değil, aksine nefse hizmet olduğu anlaşıldı. İman ile ahlâk arasındaki uçurum büyüdükçe dinimizi ideoloji olarak görenler bir ikileme düştüler. Din zannettikleri nefsaniyet ile rahmâniyet arasında seçim yapmak zorunda kaldılar. İkirciklikleri giderek ikiyüzlülüğe dönüştüğü için nefsleri işledikleri her haramı, her fitneyi, her sapkınlığı onlara hoş gösterdi. Daha da kötüsü, ikiyüzlülüğün dinin gereği olduğunu zannedenlerin sayısı arttı. Dini “Allah’ın yolu” olarak değil, bir sosyolojik-siyasî yapı olarak görenler artık dinin ne işlevi kaldığını düşünmeye başladılar.
Kısacası, İslâmcılık güce kavuşunca pek çok İslâmcının benzini bitti. İslâm’a değil İslâmcılığa tâbi birçok insan bu yüzden dini ve imanı kaybetmekle karşı karşıya kaldılar.
Çoğalarak azalmak
Seneler evvel, 28 Şubat döneminde bir ârif şöyle demişti: “Yakın bir zamanda dindar olduğunu söyleyenler çoğalacak ama gerçek dindarlar azalacak.” Bu sözü o vakit tam kavrayamamıştım. Çünkü bana göre o sıralarda müslümanlar aralarındaki ayrılığı bir tarafa koymuş, zulme karşı kenetlenmişlerdi. Namaz kılanların, oruç tutanların, camiye gidenlerin, mesture hanımların sayısının giderek arttığını gözlemliyordum. Fakat bugün anlıyorum ki o azizin işaret ettiği günler işte bugünlerdir. Çünkü günümüzde dinimizden bahsediyoruz ama sanki uzağındaymışız gibi... Allah Tealâ’dan bahsediyoruz ama sanki bize şahdamarımızdan daha yakın olduğunu bilmiyormuşuz gibi... Rasulullah s.a.v. Efendimiz’den bahsediyoruz ama sanki O’ndan örneklik almıyormuşuz gibi...
Bu şaşkınlık, bu gaflet, bu uzaklık sükût içerisinde olsaydı, belki şifası daha kolay olabilirdi. Ama biz bu kayboluşu sürekli “İslâm” ile başlayan konuşmalar, nutuklar, bildiriler, kitaplar, makaleler, çay sohbetleri içinde yaşıyoruz. Dinin zaten özüne ermiş olan kişi onun bu kadar dedikodusunu yapar mı? Rabbimize itaat eden O’nu dedikodu mevzusu eder mi?
Bu kayboluşun bir tek çeşidi yok. İslâm adına devlet kuranlar, ekonomik sistemler icat edenler, parti kurup onu aldıkları oy ile ölçenler, başına İslâm koyup bildiğiniz bâtıl işlerine kılıf uyduranlar her yerde var. İş, insanlar camiye gelsin diye kahvaltı düzenlemeye, camide cemaate namazdan sonra jimnastik yaptırmaya kadar vardı. Oysa buna benzer işleri Batı’da kiliseler yapar. Boşalan kiliselere “müşteri” çekmek için maç seyrettirir, piyango çeker, tombala oynatırlar.
Başka bir mesele daha var. Bütün bu yamulmalara aldanan çok. Çünkü en cahil olduğumuz konu dinimiz. Pek çoğumuz daha temel iman esaslarını bilmiyor. Yani Rabbimiz kimdir, sıfatları nedir, peygamberlik nedir, melekler, kitaplar, kader ve kaza, ahiret nedir, bunları bile doğru bilmiyor. Bir kere “ben müslümanım elhamdülillah” dedikten sonra yaptığımız herşeyin İslâm olacağını varsayıyoruz. O yüzden tüccarın, siyasetçinin, sanatçının, ana babanın, esnafın, öğretmenin, doktorun hayatında mümin hukuku, ahlâkı, nezaketi, güzelliği, ciddiyeti, mesuliyeti, muhabbeti pek yok.
Bilgisiz olduğumuz kadar meraksızız da... Bilmiyoruz, merak etmiyoruz, öğrenmiyoruz, yapmıyoruz. Peki, Allah aşkına biz ne yapıyoruz?! Günümüzü, vaktimizi, ömrümüzü ortada dolaşan laflara, sosyal medyadaki kitlesel dedikodulara heba ediyoruz. İngilizce öğrenemediğimize yandığımız kadar akaidi, fıkhı, siyeri, ahlâkı öğrenmediğimize yanmıyoruz.
Aldanma ve aldatma çağı
Yalanı ve aldatmayı günlük hayatının esası yapan bir insan nasıl dindar sayılabilir? Haramı helal, helali haram gören birisi nasıl kalkıp davadan bahsedebilir? Biz bu rezilliklerden güya şikâyet ediyoruz ama aslında pek de gocunmuyoruz. Çünkü büyük çoğunluğumuz günlük hayatımızda zaten “adam sen de”, “salla başı al maaşı”, “bana dokunmayan yılan” anlayışı ile yaşıyoruz.
Hâlâ anlayamadık, din ahlâktır. İş sadece söze kalsaydı münafıklık diye bir şey olmazdı. Çünkü Allah muhafaza, bir insanı münafık eden şey sözünde doğru, özünde eğri olmaktır. Peki bir kişinin özünü nereden bileceğiz? Yolundan ve yönünden, yani ahlâkından... Din hiç ahlâksız olur mu?
Ahlâk sadece kitaplarda yazılı olan, felsefesi yapılan şey değildir. Sadece âdâb-ı muaşeret, yani toplum içinde nazik ve kibar davranmak da değildir. Her düşüncesini, zevkini, işini Rabbimiz’in ve O’nun Kutlu Elçisi’nin muradına uygun hale getirmeye çalışmaktır. Niyetini, gayretini ve sabrını bu hedefe bağlamaktır. Peki, her bir işteki ahlâkı nereden öğreneceğiz? Elbette Rabbimiz’den, Sünnet-i Seniyye’den ve bu iki kaynağa gönülden bağlı ve ahlâk timsali olan rabbânî âlim ve âriflerden...
O halde Rabbimiz’i tanımak, imanımızı güzel ahlâk ile kemâle erdirmek için Peygamber Efendimiz s.a.v.’i çok sevmeli, tanımalı ve uymalıyız. İki saçma tivit atacağımıza, boş boş konuşacağımıza günde bir hadis-i şerif öğrensek ve ona uymaya çalışsak ahlâkımız gittikçe düzelmeye başlar.
Bizim çok konuşmak vazifemiz yok. Cenab-ı Peygamber s.a.v. buyurur: “Ya hayır söyle ya sus!” Bizim ele güne dinimizi isbatlama görevimiz de yok. Sloganlarla, beylik laflarla cümle kurma mükellefiyetimiz de yok. Sadece dosdoğru olmak, yaptığımızı Allah için yapmak mesuliyetimiz var.
İslâm, Rabbimiz’in dosdoğru yoludur. Bu dosdoğru yola da dosdoğru yolcular yakışır. O halde her türlü yamulmayı, dini mevzu haline getirmeyi artık bir tarafa bırakalım. Dosdoğru olalım. Az konuşalım, çok iş yapalım. Halkın değil, Hakk’ın ölçüsüne uyalım. Halkın değil, Hakk’ın takdirini kazanmaya bakalım.