Can Ellerinden Gelmişem
Can ellerinden gelmişem, fâni mekânı neylerem
Ol mülke meylim salmışam, ben bu cihanı neylerem.
Dünyaya geldim gitmeye, ilm ile hilme yetmeye
Aşk ile ân seyretmeye, ben în ü ânı neylerem.
Devr-i zamandan doymuşam, kevn ü fesâdı koymuşam
Darü’l-emânı duymuşam, bu sicn-i cânı neylerem.
Hep itibarı atmışam, âşıklığa el katmışam
Ben nefsi dosta satmışam, bu düşmanânı neylerem.
Aşkın şarabın içmişem, dil gülşenine göçmüşem
Ben varlığımdan geçmişem, nam ü nişânı neylerem.
Aşkı tabîbim kılmışam, derdinde derman bulmuşam
Ben lübb-i hikmet bilmişem, Yunaniyânı neylerem.
Enfâs-ı aşkı dârikem, mâl ü menâli târikem
Genc-i nihâne mâlikem, nakd-i revânı neylerem.
Taht-ı tevekkül bulmuşam, mülk-i kanaat almışam
Mahfîce sultan olmuşam, câh-ı âyânı neylerem.
Her ne gelirse yahşidir, zira o dostun bahşıdır
Çün cümle ânın işidir, ben bed-gümânı neylerem.
Olmuş ânınla kalmışam, ayn-ı hayata dalmışam
Kendim bilip kâm almışam, vehm ü hayâli neylerem.
Gerçi zamân-ı devrân ile, pîr etti cismim şan ile
Gönlüm civandır cân ile, pîr ü civânı neylerem.
Ten beslemekten sapmışam, gönlüm sarayın yapmışam
Hurşidem, anda tapmışam, ben ahterânı neylerem.
Yâri bana bes görmüşem, ağyârı dilden sürmüşem
Ünsiyle tenha durmuşam, ben ins ü cânı neylerem.
Dilden dile bin terceman, varken ne söyler bu lisan
Çün cân u dildir hem-zebân, nutk u beyânı neylerem.
Hakkı, cemîi halktan, müstağniyem billâhi ben
Hallâk-ı Âlem var iken, halk-ı zamânı neylerem.
(Erzurumlu İbrahim Hakkı k.s.)
*
Bir izaha göre “insan” kelimesi “ins”in tesniyesidir; yani ikili bir var oluşu anlatır. Nitekim insan ruh ve bedenden ibarettir. Bir nefha-i ilâhîye mazhar olan âdem yanımız vardır bizim, bir de balçıktan mamul beşer yanımız. Ruh cihetinden Hak ile, beden cihetinden halk ile irtibatlıyızdır. İnsan kelimesinin kök itibariyle “üns” veya “nisyan” ile alakalı olabileceği ileri sürülmüş. Buradan hareketle insanın hem hakikatle ünsiyet kurabilecek hem de hakikati unutabilecek evsafta yaratıldığı söylenmiştir.
Bu hususiyet, tâbi tutulduğumuz dünya imtihanı iktizasınca, vahiyle beyan buyurulan hak ve hakikatlere, Rasul-i Ekrem s.a.v.’in rehberlik ve örnekliğine ittibada insana tanınan bir tercih imkânıdır. Akibetimizi, beşer kalmakla âdem yani adam olmak; hakikate uygun davranmakla davranmamak noktasındaki tercihlerimiz belirleyecektir.
Hakikat şu ki, dünya hayatımızda hepimiz Elest Meclisi’ndeki ahdimize sadakatle sınanıyoruz. Kendilerini beşeriyetinden ibaret görenlerin asla karşı koyamayacakları nefslerine, dünyanın aldatıcı cazibesine, şeytanın türlü hilelerine rağmen Âlem-i Ervah’taki ahitlerini hatırlamaları da, o ahde sâdık kalmaları da zor. Beşeriyetimizden geçip âdem yahut adam olmamız lâzım. Zira ahde vefa, âdemiyetini esas alarak adam olabilen er kişilerin harcıdır.
Elest Bezmi’ndeki ahdini hatırlayanlar, Âlem-i Ervah’taki safâ halinin sürûr ve zevkini de hatırlar; bu dünyanın lezzetlerine dönüp bakmazlar. Hüviyetlerinin, nereden geldiklerinin, dünyaya niçin gönderildiklerinin, gurbette olduklarının farkındadırlar. Sılayı, ebedî saadet yurdunu arzular; dünyaya ve dünyalıklara itibar etmezler. İşte Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri bu ilahisinde, sılasına nispetle kıl kadar kıymet vermediği dünya karşısındaki istiğnâ halini anlatıyor.
İstiğnâ, kulun sadece Allah Tealâ’ya muhtaç olduğu şuuruyla dünyayı ve mal mülk, mevki makam, servet sâmân gibi her türlü dünyalığı ihtiyaç görmeyip talep eylememesidir. Allah dostu, er kişilere mahsus bir haldir bu. Hak Tealâ’ya yaklaştıkları nispette irtifa kazananlar, nail oldukları ilâhî ikramlardan sonra bir daha dönüp denî olan dünyaya tenezzül etmezler. Nitekim hatırlayanlar olacaktır, Yunus Emre hazretlerinin de “Milk-i Bekâ’dan gelmişem, fâni cihânı neylerem / Ben Dost cemâlin görmüşem, hûr u cinânı neylerem” diye başlayan, aynı vezin ve kafiye ile aynı minvalde bir ilahisi vardır.
İbrahim Hakkı hazretleri de “Can ellerinden gelmişem, fâni mekânı neylerem / Ol mülke meylim salmışam, ben bu cihânı neylerem” diye başlıyor söze. “Can elleri” bekâ âlemi, Âlem-i Ervah’tır. Canlılığımızı sağlayan ruhlarımız bu âlemde yaratıldığı, hakikî ve ebedî diriliğin bu âlemde yaşanacağı, asıl yurdumuz olması hasebiyle canımız kadar sevildiği için bu âlemi böyle nitelemiş hazret.
“Bu cihanı, bu fâni mekânı neylerim” demek, “bu gelip geçici dünyanın indimde hiçbir kıymeti yok” demektir. Çünkü o, can ellerine meyil salmış, zeval bulmayacak bir mülke yönelmiştir. Kaldı ki insan bu dünyaya zaten gitmeye gelmiştir. Er geç gideceği yer âhiret yurdudur. İlm ile hilme yetenler, yoldan kalıp Huzûr-i İlâhî’ye yüz karasıyla çıkmamak için ecelin kapıyı çalmasını beklemeden vakitlice yola revân olur, “ölmeden evvel ölmeye” koyulurlar. Dünyanın bitmez tükenmez dağdağasıyla uğraşmaz, can kuşlarını bir an evvel ten kafesinden Dâr’ül-Emân’a, sığınılacak en emin yurda uçurmaya gayret ederler. Ten kafeslerini besleyip aşılmaz kılmamak için az yer, az uyur, az konuşurlar. Böyle bir riyazetle maksadına ulaşanlar maddî varlıklarından, beşeriyetinden, beşeriyetinin arzu ve isteklerinden ibaret olan nefslerinden geçmişler, bir mevta gibi fâni âlem ile irtibatlarını koparmışlardır. Dünyanın hiçbir vârına meyilleri yoktur. Bir daha dönüp bakmamak kaydıyla mâsivâdan el çekmişler, kesretten geçip vahdete ulaşmışlardır. Zaman ve mekân boyutlarını aşan daimî bir ânı, daimî bir huzur halini yaşamaktadırlar. Mahlûkâta rahmetle, merhametle, ibretle nazar ederler. Nefsanî bir sâikle kimseye düşman olmaz, kimseyi düşman bilmezler. Dost’a giden yolda yürüyüşlerini yavaşlatacak bütün ağırlıkları attıkları gibi, nefslerini de Dost yolunda çoktan kurban etmişlerdir çünkü. Zamaneden, gençlikten, ihtiyarlıktan, hastalıktan, yokluktan, yoksulluktan şikâyet etmez; para pul, mal mülk derdine düşmezler. Marifetullah gibi bir hazineye maliktirler. Hikmet sahibidirler, kîl ü kâl ile nefes tüketmezler. Kendileri gibi ehl-i dil olanlarla kâl ile değil hâl ile; sükût ederek, gönül diliyle anlaşırlar. Gönülden gönüle giden yolu bulmuşlardır.
Onlar, başkaları bilmese de kanaat mülkünün tevekkül tahtında oturan sultanlarıdır. Dünyanın hiçbir mevkii, hiçbir makamı onların bu sultanlığından daha itibarlı değildir. Gönül saraylarında mihman eyledikleri yegâne Dost, mutlak Cemâl ve Kemâl sahibi Cenâb-ı Mevlâ’ya âşıktırlar. Dert eyledikleri, yanıp yakıldıkları bu aşkla varlıklarından geçerek başka bütün dertlerine deva bulmuşlardır. Samimi bir aşk ve tam bir teslimiyetle “Allah bes, bâkî heves” diyerek heveslerinden vazgeçenler, her biri bir hevese bağlı dünyevî dertlerden elbette kurtulacaktır. Üstelik Allah Tealâ’dan, o yâr-ı hakîkîden başka hakiki mevcut ve fâil olmadığına iman eylemişlerdir. Başa gelen her şey O’ndandır. Hakikî âşığa düşen O’nun lütfu gibi kahrını da hoşça karşılamak, O’nun verdiği derdi de ikram bilmektir.
Böyle bildiği içindir ki aşk şarabını içen Allah dostlarının gönlü hiçbir zaman solmayan bir gül bahçesidir. O bahçede Rabbanî kokularla hemhâl olmaya, ilâhî tecellilere nazar kılmaya imkân veren bir mazhariyetten, âşıklık makamından, Cenâb-ı Mevlâ’yı seviyor ve O’nun tarafından seviliyor olmaktan daha büyük bir nâiliyet, daha şerefli bir nam ve nişan yoktur.
İbrahim Hakkı Erzurûmî k.s. hazretleri bizi bu nailiyete, bu izzetli ve şerefli mevkîe davet ediyor aslında. Dünyanın gelip geçici fâni güzelliklerine aldanıp hüsrana uğrayanlardan olmamamız için huzura, ebedî saadet yurduna; bütün güzelliklerin, bütün hayırların, şan, şeref ve izzetin kaynağı Cenâb-ı Mevlâ’ya yönelmemizi istiyor bizden.
Fakat bunun için evvela hangi güzelliğin bâkî, hangisinin fâni; hangi maksudun asıl, hangisinin hayâl yahut vehim olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Beşer kaldıkça bu tefrîki yapmak mümkün değil. Ancak âdemiyetimizi kuşanıp ruhumuza ilkâ edilen Esmâ ilmine vâkıf olduğumuz nispette vehim ve hayallerden kurtulup yüzümüzü aşkla hakikate döndürebileceğiz. O hakikat, Vücûd-i Mutlak, Cemâl-i Mutlak, Kemâl-i Mutlak olan “Hallâk-ı Âlem” yani âlemlerin yaratıcısı Allah Tealâ hazretleridir.
İlahi, bu hakikate bir vurgu ile nihayetleniyor. Buyuruluyor ki, “Hallâk-ı Âlem var iken mahlûkâtla oyalanmak, yaratılmışlardan medet ummak akıl kârı değil.”
Hülasa, İbrahim Hakkı hazretleri bu ilahisinde “Cemî-i halktan, yani bütün mahlûkâttan istiğna ile, onlardan bir şey istemeden, onlardan bir şey beklemeden, onları maksat edinmeden, şöyle gönülden bir besmele çekip Rahmân ve Rahîm olan Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn’e yönelmenin vaktidir” diyor bize.
Vakti zayi eylemeden Allah dostlarının davetine icabet gerekir.