Görüş Bildir

Güldeste

Din ve Tasavvuf Farklı mı?

Nakşibendiyye yolunun temel ilkesi Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Seniyye’ye tâbi olmaktır. Yani Allah Tealâ’nın ve Rasulü s.a.v.’in emirlerini yerine getirmektir. Bir mümin için zaten bunun aksi düşünülemez. Bu husus, tasavvuf denilince kafası karışanlar için sâdât-ı kiramın kaleme aldığı pek çok risalede vurgulanmıştır. İmam-ı Rabbânî k.s. hazretleri de neredeyse ömrünü şeriatın ve tarikatın kopmaz bütünlüğünü ortaya koymak için harcamıştır. Mektûbât’ında şöyle der:

Bilmek gerekir ki Hâcegân (Nakşibendiyye)tarikatının esası, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına sahip olmak, Hz. Muhammed Mustafa s.a.v.’in yoluna tâbi olmak, çirkin bid’atlardan ve nefsanî arzulardan kaçınmak, mümkün olduğu kadar azîmetle amel edip ruhsatla amel etmekten uzak durmak ve işin başında tam bir yönelişle nefsini aradan çıkartmak, yani bir çeşit yok olmaktır.

Dostlarıma devamlı öğütlediğim ve ömrümün sonuna kadar da öğütleyeceğim husus şudur: Öncelikle Ehl-i Sünnet’in akaid kitapları doğrultusunda inancı düzeltmelidir. Bunun ardından farz, vacip, sünnet, mendup, helal, haram, mekruh ve şüpheli şeklinde sıralanan fıkhî hükümleri öğrenip, yapılacakları yapmak ve kaçınılması gerekenlerden de kaçınmak gelir.

Bunları yerine getirdikten sonra, kalbi Hak Tealâ dışındaki şeylerle meşgul olmaktan kurtarmak gerekir. Kalp, Allah Tealâ’dan gayrısını düşünemez, hatırlayamaz bir hale gelmelidir. Kişinin bin sene yaşaması mümkün olsa bile O’ndan başkasının kalbine girmesine bir yol kalmamalıdır.

Bu sözlerle, “Bir takım şeyler kalbe gelir. Fakat o kalbin sahibi onları Hak Sübhânehû’nun dışında başka bir şey olarak bilmez.” şeklinde bir anlayışı kasdetmiyoruz. Aksine bizim burada sözünü ettiğimiz, o şeylerin kalbe hiç gelmemesidir. Onların kalbe hiç gelmemesi ise kalbin Hak Tealâ dışında her şeyi unutmasına bağlıdır. Bu unutma o seviyede olmalı ki, bunlar zorla hatırlatılmak istense bile kalp onları hatırlamamalıdır. Bu hale “kalbin fenâsı” denir ve bu yoldaki ilk basamaktır. Velâyetin diğer üstünlükleri bu büyük bahtiyarlığın üzerine kurulmuştur.

Bu büyük saadete ulaşmanın en kısa yolu yüce Nakşibendiyye yoludur. Zira bu büyük zatlar, “emir âlemi”nden başlamayı tercih etmişler ve kalp yoluyla, kalpleri halden hale çeviren Allah Tealâ’ya ulaşmaya çalışmışlardır. Diğer tarikatlardaki riyazet ve mücahedelere karşılık Nakşibendîlerde Sünnet-i Seniyye’ye bağlılık ve bid’attan kaçınma vardır.

Hâce Bahâeddin Nakşibend k.s. demiştir ki:

“Yolumuz en kısa ve en yakın yoldur. Ancak Sünnet’e tam bir bağlılıkla tâbi olmak da gerçekten zordur.”

Bil ki, insan için gerekli olan ve sorumlu tutulduğu şey, Allah Tealâ’nın emirlerini yerine getirmesi, yasaklarından da kaçınmasıdır. Şu ayet-i kerime buna delildir:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan uzak durun.” (Haşr 7)

Şu ayet-i kerimede açıkça bildirildiği üzere insana ihlâs sahibi olması emredilmiştir:

“İyi bil ki hâlis din yalnız Allah’ındır.” (Zümer 3)

İhlâs da zâtî bir muhabbet ve fenâ hali kazanılmadan elde edilememektedir. Durum böyle olunca fenâyı elde etme aracı olan tasavvuf yoluna girmek, gerçek ihlâsa ulaşmak için zorunlu duruma gelmiş olur.

Olgunluk ve olgunlaşma mertebelerinde tasavvuf yolları birbirinden farklıdır. Bunun için tercih edilecek en uygun ve üstün yol, Sünnet-i Seniyye’ye uymayı prensip edinmiş olan ve şeriatın hükümlerini yerine getirmeye en muvafık olan tarikattır. Bu da Nakşibendî büyüklerinin yoludur.

Kalp Dağınıklığı ve Daimî Zikir

Mevlâna Hâlid Bağdâdi k.s. hazretleri, Abdülhâlik Gücdevânî ks. hazretlerinin belirlediği Nakşibendiliğin on bir esasından biri olan “vukûf-i kalbî” hakkında şöyle diyor:

Vukûf-i kalbî, sâlikin duygu ve düşüncelerini toplayıp, kendisini meşgul eden şeylerden ve duygulardan ilgisini keserek, bütün kalbiyle “Allahu ehad: Allah tektir” lafz-ı şerifinde murad olan mana ile Allah Tealâ’ya yönelmekle olur. Ayrıca idrakiyle kalbinin ortasına ve en derin yerine yönelir.

Bilinmelidir ki vukûf-i kalbî tarikatın esası ve temelidir. Her ibadette; hatta ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken, kısaca bütün hallerde vukûf-i kalbî mutlaka gereklidir. Şu ayet-i kerime bu hale işaret eder:

“O müminler ki ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmrân 191)

Bu ayet-i kerimede murad edilen mana, bütün hallerde Hak Tealâ’yı zikir halinde bulunmaktır. Şayet zikir ve ibadetler vukûf-i kalbî olmadan yapılırsa, ruhsuz bir suret gibi olur; kabul ve itibar görmez.

Sâlik, tarif edilen vukûf-i kalbî halini elde ettikten sonra kalp zikri ile meşgul olur. Lafza-i Celâl’in kalbine aktığını düşünür. Bununla birlikte bütün uzuvları sükûnet halinde olur; bütün idrak ve tercihlerden vazgeçerek kendisini ölü gibi kabul eder.

Zikir sırasında kalbe bazı hayal ve düşüncelerin gelmesi sebebiyle huzur hali bozulursa sâlik huzur bozan düşünceleri terk edip zikre geri döner. Yüce Allah’ı zikretmek, O’na vâsıl olmaya sebeptir ve zikreden kimsenin O’nun tarafından sevildiğinin alâmetlerindendir.



Semerkand Dergi Logo