Kuvvet ve İzzet
İzzet maddî güce dayanmaz ama maddî gücü doğurur. Kuvvet her zaman izzet üretmez ama izzet her zaman kuvvet üretir. Son iki asırdır maddî kuvveti kaybettiğimiz için izzetten ve itibardan uzak düştüğümüzü söyleyip duruyoruz. Yanlış! Kulluktan, kulluk şahsiyetinden ve kulluk ahlâkından uzak düştüğümüz için izzetten uzak düşüyoruz.
Dünyadan çok millet ve devlet geçti. Fakat dünyanın büyük kısmını hakimiyeti altına alan devlet sayısı azdır. Hunlar’dan Moğollar’a kadar hemen aklımıza gelenler var. Birçoğu hızla yıkılıp gitti. Çünkü yağmaya ve zulme dayanıyordu.
Bugünkü demokratik görünümlü Batı’nın farkı, zulmünü, yalanını ve sömürüsünü, benimsettiği fikirlerle masum ve makbul göstermesidir. Kısacası, Batı’yı bu kadar güçlü ve hâkim yapan Batı’nın kendisi değil, onu bu konumda gören Batılı devletlerin hâlâ sömürdüğü toplumlardır. Bunların başında maalesef Batı’nın bir asır evvel yıktığı, neredeyse tamamını boyunduruk altında tuttuğu müslüman toplumlar geliyor. Üstelik İslâm, Batı’ya karşı yegâne alternatif olmasına rağmen.
Batı’nın yaptığı, tarihte daha önce hiçbir devletin başaramadığı ölçekte bir aldatmadır. Mesela Roma İmparatorluğu’ndan farkı sadece topraklara değil, zihinlere de hükmetmesidir. Fakat kalplere değil! Zaten sömürdüğü insanlar bir yana, kendi içindeki insanların da kalpten, duygudan, insanlıktan uzaklaşması bunun bir göstergesidir. Batı, Batılı olsun olmasın, kalbi görmezden gelir. Dolayısıyla gerçeği, namusu, dürüstlüğü öldürdüğü gibi giderek kalbi de öldürmüştür.
Bir ülkeye giren bir gün oradan çıkar. Ama bir toplumun zihnine, hele kalbine girenin askeri o ülkeden çıksa da gücü, nüfuzu, hâkimiyeti oradan silinmez. Müslümanların bütün bu yayılmacı ve mütehakkim toplumlardan temel farkı budur. Müslümanların idaresi insanlıkla, adaletle, merhametle, ahlâkla yayılmıştır. Fakat bunu söylemek bir şey, bütün müslüman devletlerde ve toplumlarda her kişinin her işinin hayırlı, doğru ve güzel olduğunu söylemek başka bir şeydir. Elbette yanlışlar da çok oldu. Ama yol doğru olunca yolcunun yanlışı da doğrulur. Yol eğri olunca yolcunun doğrusu da eğrilir.
Ölçüsüz yergi ve övgü
Son asırda geçmişle veya geçmiş kişilerle, toptan kötülemek veya övmek dışında pek irtibatımız olmadı. Sistem geçmişi yerdikçe çoğumuz tepki olarak geçmişi ve geçmiş devlet adamlarını toptan övmeye sarıldık. Bu da elbette doğru değildir. Geçmişteki yanlışları doğrulardan ayırmak, günümüze örnek olması bakımından önemlidir. Bizi ilgilendiren, iman ehli olanların yaptıkları kritik yanlışlardır. Topluma, ümmete zarar veren sapmalardır. Zulüm, cehalet, haramı helal sayma, helali haram saymadır. İhanet, ahmaklık, körlüktür.
Bu yanlışları hakkaniyeti gözeterek, yerini ve haddini bilerek söylemeye çalışanlar maalesef hemen övgücü veya yergiciler tarafından taşlanıyor. Oysa hem mümin olarak bağlandığımız hak adına, hem de tarih ilminin hakikati namına doğruları görmezden gelemeyiz. Ne geçmişteki kişilerin hakkına girmek ne de onların yanlışlarına doğru demek ahlâktır. Bir kişi en ziyade sevdiğinin hatalarına karşı hassas olur. Çünkü derdi, sevdiği kişinin hep doğru kalmasına yardım etmektir.
Unutmayalım ki doğruya doğru, yanlışa yanlış demek ilmin de, hak ehli olmanın da esasıdır. Mesele geçmiş olayları ve şahısları değerlendirirken ölçü olarak “inandığımız hükümleri” esas almaktır. Yani dinimizi bilmeden tarihle ilgili hakkaniyetli bir değerlendirme de yapamayız. Bu hususta maalesef çok eksiğiz. Çünkü müslümanların temel meselesi kuvvet değil, şahsiyet eksikliğidir. Yani kendisi olamamak, hep başka birileri gibi olmaya çalışmaktır.
Evet; geçmişe ve tarihe bakışta da kendimiz değiliz. İki asırdır kendisi, yani Allah’ın kulu olmayı en sona itip, başka her şey olmaya özenen müslümanların en başta bu gerçeğe uyanması gerekir. Buna uyanınca, yaklaşık bin sene yaşattıkları dünya düzenini, yani müslümanların dünyaya, güce, kendilerine ve diğerlerine bakışını da doğru kavramaya başlarız. Bunu da bir mümin olarak yapabiliriz. Yani burada da ölçümüz imanımızdır. İman ise tevhiddir, adalettir, tefekkürdür, hikmettir.
Diğer bir deyişle, tarihten bahsederken de Allah’ın emrettiği, Rasulullah Efendimiz s.a.v.’in tebliğ ettiği ve kâmil zâtların sergilediği ahlâka dayanmamız gerekir. “Tarihle dinin ahlâkın ne ilgisi var?” diyenler, tam da bizim sarsarak kendi kulluğuna uyandırmaya çalıştığımız kişilerdir. Çünkü bu tür ayırıcı ve parçalayıcı düşünceler ve davranışlar gerçek dünyevîliktir, sekülerliktir. Ölçümüz Allah, Rasulü ve O’na tâbi olanların yoludur. Buna bakmayıp tarihin dinin dışında bir alan olduğunu söylemek imandan uzağa düşmek demektir. Çünkü her şeyi birleştiren imandır. Zira birbirinden ne kadar farklı da olsa herşeyin aslı Yaradan’a bağlıdır.
Öncekilerin öğrettiği
Geçmiş toplumlar, devletler, medeniyetler, düzenler, olaylar, fikirler üzerine tefekkür etmek hikmetin bir yoludur. Yani tarih, hikmetin sahnesidir. Sünnetullahın, âdetullahın somut olarak göründüğü meydandır. Zaten tarihin, yani olayların ve toplumların başından geçenlerin üzerine tefekkür etmek bize Rabbimizin bir emridir. Mevlâmız, Fâtır Suresi’nin
44. ayetinde mealen buyurur: “Yeryüzünde gezip, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Onlar kendilerinden daha kuvvetliydiler. Göklerde ve yerde Allah’ı aciz bırakabilecek yoktur. Şüphesiz O bilendir, Kadîr olandır.”
İnanan hangi zamanda, hangi mekânda yaşarsa yaşasın mesuliyeti aynıdır: Allah’a kulluk... Fakat bunu yapabilmesi için Allah’ın onu yarattığı toplum, mekân ve zaman boyutlarındaki zorlukları, imkânları, hususiyetleri kavramış olması gerekir. İnanan kişinin inançsız kişiden farkı şudur: Yaşadığı zamanın ve mekânın kulu değildir. Bâkî olan, Hallâk olan, Hakîm, Gâlib olan Mevlâ’nın kuludur. O yüzden görevi kendi devrindeki, kendi ülkesindeki, toplumundaki yaygın alışkanlıklara, genel geçer değerlere ve övülen hallere değil, Mevlâ’nın insandan istediği zaman ve mekân üstü ahlâka uygun yaşamasıdır. Bu, mümini zaman ve mekân üstü bir varlık haline getirir. Şu veya bu düzenin, şahsın, teorinin değil, Allah’ın adamı yapar. İnanmayanlarda görülemeyecek bir şahsiyeti, izzeti ve vakarı olur.
Eğer bugün izzetimizin ve vakarımızın kaybolduğundan şikâyet ediyorsak, demek ki şahsiyetimizde, dolayısıyla ahlâkımızda bir mesele var. Eğer sadece bugünün geçici değerleriyle, diliyle, işleriyle, tarzıyla kendimizi tarif ediyorsak, bilelim ki biz Allah’ın adamı değiliz. Çünkü kulluğumuzun yönü şaşmış demektir. Yönü şaşıran yolu şaşırır. Yolu şaşıran ise kendini şaşırır.
Adam gibi mümin olmak
Müslümanların iki asırdır süren izzet eksikliğinin bir sebebi de kendi tarihine, dünya tarihine, başka medeniyetlerin ahvâline hep Batı’da hakim olan moda kavram ve modellerle bakmalarıdır. 1800’lerde başlayan bu hastalık hâlâ dönemine göre maske değiştirerek devam ediyor. O günden bugüne değin belki milyonlarca meşhur ve meçhul müminin hayatı, İslâm’ın biricikliğini ve mümin olmanın hususiyetini bir kenara bırakıp, Batılı filozof ve yazar çizerlerin sözlerini tercüme ve şerhle geçti. Kendi dinini bile bir Batılı’nın lafıyla anlamaya ve anlatmaya çalışanından tutun; Batı’daki laiklik, demokrasi, kapitalizm, evrim gibi kavramlarının aslında İslâm’da da mevcut olduğunu canla başla ispatlamaya çalışanların haddi hesabı yok.
Böyle bir şahsiyetsizlik ile insanda izzet kalır mı? Elbette müslümanların izzetini kaybetmesinin altında bu aşağılık kompleksi yatıyor. Müslümanlar sadece Osmanlı yıkıldığı için izzetlerini kaybetmediler. İzzetlerini kaybettikleri için Osmanlı yıkıldı. Sebebini Mevlâmız Nisâ Suresi’nin 139. ayetinde beyan buyuruyor: “Onlar ki müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar... Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Oysa izzet ve şeref, tamamıyla Allah’a aittir.” Nitekim Rasulullah Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Allah’tan gelmeyen üstünlük züldür, alçalmadır.”
İzzet, Azîz olan mevlâmızın bahşettiği bir nimettir. Genellikle böyle soyut kavramlardan bahsedince bunların görünmeyen, hayatla ilgisi olmayan şeyler olduğunu zannederiz. Halbuki her bir soyut ve manevî işin, özelliğin, kavramın somut hayatta doğrudan yansımaları vardır. İzzet de böyledir. Kelimenin asıl anlamı “galip gelmek, mağlup olmamak” demektir.
Şu halde izzetin de somut göstergeleri var. Mesela toplumda hürmet ve itibar gören herkes zengin, makam mevki ve şöhret sahibi değildir. İzzetli olanların çoğu maddî güçten yoksundur. Rasulullah Efendimiz buna en güzel örnek değil mi? Her türlü dünyevî zenginlik, güç ve rütbeden uzak olan o zâtı Rabbimiz izzetiyle yüceltmedi mi?
Demek ki izzet maddî güce dayanmaz ama maddî gücü doğurur. Kuvvet her zaman izzet üretmez ama izzet her zaman kuvvet üretir. Son iki asırdır maddî kuvveti kaybettiğimiz için izzetten ve itibardan uzak düştüğümüzü söyleyip duruyoruz. Yanlış! Kulluktan, kulluk şahsiyetinden ve kulluk ahlâkından uzak düştüğümüz için izzetten uzak düşüyoruz.
Uyanalım! Mümin gibi adam, adam gibi mümin olmadıkça Azîz olan Mevlâmız bize izzet bahşetmez.