Köpükseverlik
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “O, gökten su indirdi. Su vadiler dolusunca sel olup aktı. Bu sel üste çıkan köpüğü taşıyıp götürdü. Yaktıkları ateşin üzerine koyup eriterek süs eşyası veya alet yapmak istedikleri madenlerden de üste böyle köpük çıkar. İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider; insanlara fayda veren şeye gelince; o dünya durdukça durur. İşte Allah böyle misaller getirir.” (Ra’d 17)
Biz de iki asırdır bâtıl Batı’nın köpüğünü gerçek sanıp ona imreniyoruz: Dinli dinsiz, sağcı solcu kime sorsanız aynı cevabı veriyor: “Adamların bilimleri, son model teknolojileri, düzenli şehirleri, derin filozofları, mükemmel demokrasileri, saygılı sosyal hayatları var.” Acaba bu övdüğümüz şeylerin altında ne var, aslı nedir, bunu soranımız yok. Her şeyi, giderek -Allah muhafaza- dinimizi bile bu Batı köpüğünün ölçülerine göre görmeye başladık.
Bu benzetmeyi Batı için kullanmamızın bir sebebi var. Batı’yı tanıyan birisi olarak bunu söylüyorum. Boşa övmek de yermek de boştur. Bu satırların yazarı bir asırdır tekrarlanan içi boş klişelerin ezberlerin tekrarlayıcısı olmamaya çalışıyor. Yıllarımızı Batı’yı genlerine kadar incelemeyle geçirdik. Orada okuduk, yaşadık, sistemlerini, felsefesini tahsil ettik. Bu yüzden sözlerimiz hariçten gazel değil, bildiğimiz bir mesele üzerine konuşuyoruz. Ulaştığımız hükümler de sloganlardan, hamasi nutuklardan değil, tahsil ve tahkikten kaynaklanıyor.
Köpük körlüğü
Batı, ayet-i kerimede işaret edilen köpük gibidir. Ama biz Batı’yı bizdeki bütün eksiklerin tamı, sıkıntıların çaresi, çirkinliklerin cilası gibi gördükçe ne kendimizi ne de gerçek Batı’yı anlayabiliriz. Her şeyden önce kendimiz, yani Allah’ın kulu olamayız. Kişinin kendine bakışı, âleme bakışıdır. Kendini cüce gören herkesi dev görür. Kendini dev gören herkesi cüce görür. Şaşı bakan herkesi şaşı, cahil olan herkesi cahil görür.
Şunu açıkça söylemek lazım ki biz maalesef dinimiz ile yetinmiyoruz. Dinimizi bir izzet, bir kuvvet olarak görmüyoruz. Köpüğe gözümüzü dikmişiz, suyun aslını göremiyoruz.
İki asırdır adeta yuvarlana yuvarlana bu zilletin dibine vardık. Batılı teorileri dinimize giydirmeye çalışan ilahiyatçılarımız, çıkarı için ayetlere kafasına göre anlam verenlerimiz, “İslâmcıyım” deyip küfür sözleri fütursuzca söyleyenlerimiz artık yadırganmıyor bile!
Geçen gün bir caminin yanından geçiyordum. Vaiz ayakta bevl etmenin kerahatini anlatıyor. Güzel. Ama bağırarak... Hoparlör zaten ses yükselticidir. Neden bağırıyoruz? Anlattı anlattı; arkasından hemen ekledi: “Zaten bunun sağlığa uygun olmadığını Batılı bilim adamları da söylüyor.” Nasıl yani? Bir ayeti, bir hadisi, bir hükmü, bir gerçeği, bir erdemi Batı tasdik ederse mi hak oluyor? Bakın hemen geldik köpüğe teslim olduk.
Bu mantık FETÖ denen münafıklık fabrikasının mantığıydı. Çıkardıkları dergilerde, yazdıkları kitaplarda sürekli böyle örnekler verirlerdi. Abdest, namaz, misvak hep iyidir çünkü Batılı bilim adamlarının araştırmaları da bunu onaylıyor! İki denizin arasında bir perde olduğuna dair ayeti ancak Batılı okyanusbilimciler keşfedince hak görüyorlardı.
Peki bu referans çarpıklığı sadece onlarda mı var? Çoğumuzda şu veya bu ölçüde var. Mesela, lisedeyken Libya’nın sâbık diktatörü Kaddafi’nin Yeşil Kitabı’nı okumuştum. Adam orada namazı jimnastik olarak tarif ediyor, cemaatle namazı da toplu jimnastiğe benzetiyordu. “Batı onaylarsa değerlidir” bakışı her yerde karşımıza çıkıyor: İbn Haldun’un kıymeti, Marks veya Toynbee ona yakın bir şey söylemişse var. İbn Arabî hazretlerini tasavvuf ile hiçbir alâkası olmayan mistisizm üzerinden, Kınalızâde’yi de tercüme bir kavram olan “değerler eğitimi” üzerinden anlatıyoruz. Siyasetimizde, ticaretimizde, okulumuzda, dersimizde her cümleye bir Batılı ismi, kavramı sıkıştırıyoruz. Kurumlarımız, kanunlarımız tercüme... Böyle yapmayı ve yapanları şık ve değerli görüyoruz. İslâm üzerine en basit İngilizce kitap yazanları İmam Gazalî hazretlerinin, Ömer Nesefî hazretlerinin önüne koyuyoruz. Tevhid üzerine konuşanları küçümsüyoruz. Üstelik böylelerini “çok dinî konuşuyor” diye kınayanlar genellikle kendini dindar sayanlar! Hep söylüyorum: “İslâm’ı, inanmayanlara anlatabilsek de inananlara anlatamıyoruz.”
Kısacası köpüğe hem de kirli bir köpüğe teslim olmuş durumdayız. Bu köpükseverlik; zavallılık, düşkünlük, yetersizlik duygusunun yansımasıdır. Öyle bir adam düşünün ki düşündüğünü, yaptığını, söylediğini, tercihini hep başkalarına onaylatmaya çalışıyor. “Nasıl, iyi konuştum mu?”, “Dediğim doğru değil mi?” diyerek hep başkalarının ağzına bakıyor. Onu onaylamayan, itiraz eden çıkınca da hemen o düşünceyi, sözü, işi kenara atıyor. “Söyleyin; ben ne düşüneyim, ne söyleyeyim, ne yapayım?” diye yön ve yol dileniyor. Halimiz bundan çok farklı değil. Bâtılın köpüğüne o kadar boğulmuşuz ki kendi hakkımızı da köpükleştirmişiz.
Hangi otobüs?
Bu acı gerçeği bir fıkrayla izah edeyim. Birisi otobüsle İstanbul’a gidiyormuş. Bindiği otobüs istirahat molası vermiş. Bizimki inmiş, çay içmek için lokantaya girmiş. O içeride çay içerken aynı firmanın başka bir otobüsü gelmiş, kendi otobüsünün yanına park etmiş. Markaları, renkleri, firmaları aynı. Bizimki lokantadan çıkıp otobüsüne yönelince bakmış ki iki otobüs var. Kendininkini bir türlü ayırt edememiş. Bakmış bakmış, nihayet birini seçip binmiş. İçeride birkaç kişi oturuyormuş. Onlara seslenmiş: “Ağalar, hele bana bir bakın! Ben bu otobüsün yolcusu muyum?”
Hâlimiz aynen böyle. Biz kimiz? Bu soruyu bile başkalarının cevaplamasını, onaylamasını istiyoruz. Kur’an’ı, Sünnet’i, ilim ve irfânı Batılı onaylarsa havalara uçuyoruz. Onaylamazsa kedere kapılıyoruz. Kendimizi kendi evimizde bile aramıyoruz. Başkalarının evlerinde arıyoruz.
Bu sadece kafa karışıklığı değil, aslında kalp karışıklığıdır. Önemsiz bir arıza değil, aksine çok ciddi bir marazdır. Çünkü akıl, iman, takva hepsi kalptedir. Demek ki kalp bozulunca her şey bozuluyor.
Aldanıyoruz, çünkü aklımızı kaybettik. Kayboluyoruz, çünkü evimizi unutuyoruz.Yönümüzü şaşırıyoruz, çünkü pusulamız bozuk.Oysa biz müminiz. Bitti... İş orada başlıyor, orada bitiyor. Şunu bunu ikna etmek; kendimizi, dinimizi, doğrumuzu şuna buna onaylatmak zorunda değiliz!
Batı’dan gelen her şeye ağzımız açık bakıyoruz. İç çekiyoruz, “Vay be!” diyoruz. Ne kendi aslımız olan imanı ne de Batı’nın aslı olan küfrü aklımıza getiriyoruz. Demek ki bizim imanımız da yüzeysel. Çünkü mümin hak ile bâtılı, gerçek ile bâtılı, hakiki ile sahteyi ayırt edebilendir. “Fâruk” olandır. Her parlayan şeyi mücevher sanmak şaşkınlıktır, cahilliktir. Nitekim Rabbimiz buyuruyor: “Hakkı inkâr edenlerin diyar diyar refah içinde gezip durmaları sakın seni aldatmasın. Pek kısa bir zevk ve eğlenme!.. Sonra varacakları yer ise cehennem! Orası ne fena bir yerdir!” (Âl-i İmrân 196-197)
Küfür diyarı güzellemesi
Batı’daki parıltılara böyle bakıp kalınca, oranın gerçeğini de anlayamıyoruz. Batı’da parıldayan şeyler cam kırığı gibidir. Arada sırada belki bir mücevher kırığına rastlanabilir. Ama biz parıltılı her şeyi mücevher sandığımız için cam kırıklarını toplamaya çalışıyoruz. Yani kendi gerçeğimizin farkında olmadığımız gibi başkalarının gerçeğinden de haberdar değiliz.
O zaman Ziya Paşa gibi yanlış ve kompleksli hükümlere varıyoruz:
“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâm’ı, bütün vîrâneler gördüm.”
Ziya Paşa’nın bu Batı güzellemesini Batıcılar, muhafazakârlar, ecdatçılar, kabukçular her biri kendilerine dayanak olarak tekrarlayıp duruyor. İçlerindeki kompleksi fark etmiyorlar bile. Çünkü maalesef onlar da aynı körlüğe sahipler. Halbuki Ziya Paşa’nın kendi dönemindeki Batı; rengi farklı diye milyonlarca insanı köle eden, kitlesel katliamlar yapan, dünyayı zulüm ile sömürgeleştiren, mesela afyon satmak için Çin’i bile işgal eden, yalanı dolanı sistemleştiren zihniyet idi. Bugün de aynı. Bu bâtılı görmeyip, oradaki köpükten övgüyle bahsetmek en hafif tabir ile gaflettir.
Artık şu imanımıza bir kıymet verelim. Bizim düşüncemizin de, sanatımızın da, işimizin de farkı buradadır. Evimizin, kitabımızın, ana babalığımızın farkı buradadır. Medeniyetimizin farkı buradadır. Artık kendi değerimizi başkalarına tasdik ettirme huyunu bırakalım. Kendimiz olalım, yani kul olalım, adam olalım. İşte ancak o zaman kendi izzetimize kavuşuruz.