Görüş Bildir

En büyük Sistem

İki asırdır yaşadığımız kişilik kaybının bir yansıması da “sistem” ve “düzen” laflarını her yerde, her şeyde kullanıyor olmamız. Toplumdaki herhangi bir hastalıktan, meseleden bahsedilince suçlu hazırdır: “Sistem!” Mesela devlet dairesindeki, belediyedeki memurun ihmalkârlığının, yalancılığın, sahtekârlığın, kötü alışkanlıkların, ahlâksızlığın sebebi tektir: “Sistem!”

Trafikte saygısızca araba sürenler, kaldırımda yürürken omuz atıp geçenler, kuyrukta sıra ihlal edenler, hakkı olmayan makamlara gelenler, tahsili tam ama terbiyesi eksikler, işinin ehli olmayan öğretmenler, yalan söyleyen esnaflar hep “sistem” sorunudur! Toplumdaki her türlü rezaletin, eksikliğin, ahlâksızlığın müsebbibi kendimiz değil sistemdir! Günah keçisi odur.

Sağcı olsun solcu olsun, herkesin kafa yapısı aynıdır. Madem her şeyin suçlusu bu görünmez sistemdir, o zaman sistem bir şekilde ele geçirilirse memlekette her şey ertesi gün kendiliğinden güya düzelecektir. Gayrete, çalışmaya, mücadeleye gerek yoktur!

Sistem nedir?

Bu sistem muhabbeti edenlere, “Sistem nedir? Kimdir? Nerededir? Neye benzer?” diye sorduğunuzda büyük çoğunluğu saçmalar. Bu cehaleti “devlet” “düzen” “baştakiler” gibi muğlak kelimelerle örtmeye çalışır. O halde gerçekten bu sistem denen şey nedir?

Baştan alalım: Sistem, Batı’nın laik düşüncesinin ortaya koyduğu bir kavramdır. Nitekim bugünkü anlamda kullanılmaya başlanması 1600’lere denk düşer. Yani Yaratıcı’nın hayatın merkezinden çıkarılıp, yerine aristokrasi ve tüccar sınıfının oluşturduğu güç ve bilgi düzeninin tarif ettiği şekilde “üreten ve tüketen birey” anlamında insanın geldiği Rönesans sonrası “sistemleşen” döneme...

Kelimenin modern anlamı “yaratılışın bütünü, kâinat” anlamındadır. Elbette burada geçen “yaratılış” bugün Batılılar’a Yaratıcı’yı değil, maymundan evrimi çağrıştırır. Kelimenin aslı Yunancadır. “Organize olmuş bütün, cüzlerden oluşan küll”e denir. “Câri olan, mevcut sosyal düzen” anlamına 19. asır başında kavuşmuş.

Bizde aynı manada; yani varlığı, oluşu, âlemin düzenini ifade eden birçok kavram var. “Devran, kevniyyât, nizam” ve daha da önemlisi “sünnetullah” veya “âdetullah” gibi. Bunların hepsi birbirinden ince anlamlarla ayrılan, ama hepsi Rabbimizin takdiri içinde kulların tercihlerini ifade eden kavramlardır.

Aslında bizim aslî kavramlarımızın hepsinin kökeninde tevhid vardır. Mesela “mekân” kavramı bile “kün,” yani Rabbimizin “ol” emriyle aynı köktendir. O yüzden kavramları öylesine, gelişigüzel, hele Batı’dan aparıp kullanmak çok yanlıştır. Bugünkü zihnî, amelî ve ahlâkî perişanlığımızın bir sebebi de budur.

Ahlâksızlık üretimi

Toplumun ahlâkı onun yolunu belirler. Ahlâkı belirleyen ise toplumda genel olarak neyin değerli görüldüğüdür. Son bir asırdır bizim toplumumuzda bilgi, ahlâk, terbiye, nezaket kıymetli görülmüyor. Para pul, makam, şöhret, edepsizlik kıymetli görülüyor maalesef. Bu itirafı yapmadan, bu teşhisi koymadan çare arayamayız. Değerli görülenler bu olunca, genel anlamda ahlâkımız da dibe çöküyor. O zaman “sistem” ahlâk değil, ahlâksızlık üretmeye başlıyor.

Kendi başımdan geçen bir hadiseyi örnek vereyim: Uzun yıllar evvel İstanbul’da bir düğüne davetliydim. Bir arkadaşımız meşhur birisinin kızıyla evleniyordu. Ankara’dan, şimdi Hakk’a yürümüş değerli bir ağabeyimle salona geldik. Davetliler arasında meşhur simalar, siyasetçiler, iş adamları vardı. Bize gösterilen masaya oturduk. O sırada salona o dönemin meşhur bir siyasetçisi girdi. Bütün masalardaki insanlar ayağa fırladılar, o kişiyle el sıkışabilmek, kendilerini gösterebilmek için salon kapısına yığıldılar. Kapıda arz-ı endam etme izdihamı vardı. Biz ikimiz masamızda tek kalmıştık.

Döndüm baktım, yan masada nurlu simalı, takkeli ve sakallı bir zat gördüm. O da tek başına oturuyordu. Ağabeyime o zatı tanıyıp tanımadığını sordum. Bana meşhur bir âlim olduğunu söyledi. Hemen ayağa fırladım. Gittim o zatın elini tuttum, öpmeye çalıştım. Elimi tuttu, bana müsaade etmedi. Şaşırmıştı.

Ona dedim ki:

– İtibara layık olana itibarını vermeye geldim. Siz Allah’ın ilmini tahsil eden bir zatsınız. Bu salonda en kıymetli sizsiniz. Ama bakın insanlar bir siyasetçinin önünde yığıldılar, sizin önünüzde değil.

Gülümsedi, Allah razı olsun, dedi. Dua etti, döndüm, yerime oturdum. Evet, kişinin de toplumun da değerini, neye değer verdiği belirler.

Hepimiz oradayız

Bu “sistem” lafı kadar zihnimizi, düşüncemizi, aklımızı ve ahlâkımızı bozan az şey var. Toplumda geçerli akçe doğruluk ve güzellik olmayınca suçu niye sisteme atıyoruz? Sistem kim? Sistem dediğimiz her ne ise orada da bizim gibi insanlar var. Devleti, şirketi, dernekleri yönetenler, orada iş yapanlar da birer insan. O halde en büyük sistem insandır. Benim, sensin, biziz. Sistem diye toplum düzeni, genel yaklaşım kastediliyorsa sen de ben de onun bir parçasıyız. Şikâyet ettiğimiz şey bende de sende de varsa ne diye şikâyet ediyoruz? Bizde yoksa neden çevremize iyiyi, doğruyu yaymaya gayret etmiyoruz?

Kısacası mesele kendimizde. Biz kendi işimizi adam gibi yapmıyorsak, bizim gibi olan öğretmene, tamirciye, bürokrata, esnafa niye kabahat buluyoruz? Demek ki biz mükemmeliz! Veya biz de başkasına suç atarak kendimizi aklamaya çalışıyoruz. İkisi de mümkün olmadığına göre sorun kendimizde. Zaten herkes her işini, ibadetini, ilmini her an, her gün daha iyi, daha doğru, daha kâmil yapmaya mecburdur. Ama “hepimiz”in yolu “birimiz”den, yani kendimizden başlar. Mevlâna k.s. hazretleri öyle der: “Eğer karşındakinde bir kusur görüyorsan bil ki o kusur sende de vardır. Çünkü kişi ancak kendinde olanı başkasında görünce tanır.”

“Sistem” lafına benzer çarpıtıcı bir söz de “herkes böyle yapıyor” ifadesidir. Müminin vasfı zamana, devrana, topluma teslim olmak değil, Hakk’a teslim olmaktır. Başkalarından farkı budur. “Başkaları da böyle yapıyor, ne yapayım?” diyerek yanlış insanlara benzemeye çalışmak mümine yakışmaz. Aksi halde kendi kişiliğimiz nerede kalır? Değerimiz, haysiyetimiz, şerefimiz nerede kalır? Farkımız, kendimizi nitelediğimiz imanımız nerede kalır? Böyle dedikten sonra artık ahlâktan, doğruluktan, iyilikten bahsedebilir miyiz?

Rabbimiz mahşer günü insanlara teker teker sual edecek. Herkes tek başına hesap verecek. Buna inanan bir kişi suçu, kabahati, sorunları başkalarının üzerine atarak nasıl hesap verebilir? Kendi eksiğini başkalarının eksiğiyle nasıl örtebilir? Bir mümin nasıl namaz kılar ama kaba saba olur? Nasıl oruç tutar ama haram yer? Nasıl mürşide bağlıdır ama cahilliğinden rahatsız olmaz? Bu şaşkınlıkları da o “sistem” denen heyula mı gelip çözecek? Oysa zahmet olmayınca rahmet olmaz. Emek olmayınca yemek olmaz.

Gayret ve sabır

Bize iki asırdır olan şey şu: Gayretsizliğimiz sabırsızlığı doğuruyor. “Hemen olsun, bir an önce olsun, istediğim gibi olsun” diyoruz. Bu sabırsızlık ise bütün dertleri, sorunları başkasına yamamaya dönüyor. Mesela “Osmanlı’yı Yahudi, İngiliz, mason yıktı” deyip duruyoruz. Peki, her şeyi düzgün olan, doğru olan bir devleti, bir toplumu, bir kişiyi kim, nasıl yıkabilir? Bu soruyu sormuyoruz çünkü kendisiyle yüzleşmek acıdır. Yazıklanmak, şikâyet etmek, slogan atmak ise kolaydır. Bilgide, düşüncede, çilede, doğrulukta sebat gerektirmez.

Kendimizle yüzleşirsek ve eksiklerimizi idrak edersek bunları düzeltmek için gayret, çalışma, hizmet, fedakârlık gerekir. Bizde bu çabaya girişecek azim de niyet de henüz yok. O yüzden oturduğumuz yerde, kılımızı kıpırdatmadan “birileri gelsin bu işi halletsin” demek daha kolayımıza geliyor. Maliyeti, zahmeti yok. Zaten toplumda herkes bizim gibi şikâyet ettiği, şikâyetini giderecek şeyi de kendi nefsinde yapmadığı için kimse de bizi kınamaz.

Peki çare ne? Çare insanda. Kendimizde. Birer birer, fert fert, tek tek... Çare, her birimizin her gün ne işimiz varsa onu en iyi yapması. Çare en önce tek ve kendi başımıza doğru olmakta.

Hepimizin bildiği ve diline pelesenk ettiği bir söz var: “Her şey insandan başlar.” Çok doğru. Ama bu sözü boş boş tekrarlayıncaya kadar gereğini yapsak... Önce kendimiz Allah yolunda doğru ve güzel olsak... Biz bu çabadayken eşimizi, çocuklarımızı, ana babamızı, kardeşlerimizi, akrabalarımızı, komşularımızı, iş arkadaşlarımızı doğruluğa ve güzelliğe davet etsek...

Bu Hakk’a ve hayra daveti sözleri sopa gibi kullanarak değil, Efendimiz s.a.v.’in de buyurduğu gibi “güzellikle” yapmalıyız. Kişinin kendisi böyle düzelmeye, işleri güzelleşmeye, daha kibar, daha bilinçli, daha tutarlı olmaya başlayınca çevresindekiler de güzel, doğru ve tutarlı olmak isteyecektir. Böyle bir kişi bir santim de olsa geleceği inşa etmiş demektir.

Sabır, gayretin ikiz kardeşidir. Her birimiz bu gayrette iken sonuçları hemen görmek için acele etmemeliyiz. Sabır, oturup beklemek değildir. Atâlet değildir, kişiyi sürekli gayret halinde tutan bir kuvvettir. Kişiyi Rabbine yaklaştıran da zaten bu sabır ve gayrettir. Güzel niyet, güzel gayrettir. Gerisi Rabbimizin takdiri, lütfu ve keremidir. Her işin karşılığını veren O’dur.



Semerkand Dergi Logo