Dünya Hali
Bir Acemi Casus Hikâyesi
Kabuğundan sıyrılmaya başlayan, bulunduğu bölgede potansiyel güç haline gelen ve dünya siyasetinde kilit roller üstlenen devletler, küresel güçlerin radarına girmeye başlar. Türkiye, yaklaşık on yedi yıl kadar önce memurlarının maaşlarını ödemek için IMF’den borç para alıyor, uluslararası sistemin merkez devletlerinin izni ve iradesi olmaksızın adım atamıyordu. Aradan geçen süreçte türlü badireler atlatılmış, zaman zaman çeşitli hatalar yapılmış olsa da, bugün artık aldığı kararlara ve dile getirdiği söylemlere göre strateji üretilen bir devlet haline geldi. Dolayısıyla başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) ülkeleri olmak üzere pek çok devletin odaklandığı bir ülke konumunda bulunuyor.
Malum, artık savaşlar vekil terör örgütleri üzerinden yapılıyor. Nitekim Türkiye de buna özellikle 2013-2016 arasında defaatle maruz kalmıştı. 1984’ten bu yana sıcak çatışmalarına maruz kaldığımız PKK’nın kimin vekili olduğunu söylemeye sanırım gerek yok. Dr. Pat Walsh’ın ilk defa ortaya attığı “proxy war: vekâleten savaş”ın bugün başka bir çeşidi ile karşı karşıya kalmış durumdayız.
Brezilya’ya ait bir atasözü diyor ki “İyi çırak ustası yokken anlaşılır.” Çırağın işi ne kadar öğrenip öğrenmediği ustanın olmadığı yerde ortaya çıkar. Bu sözün konuyla ne alakası var diye düşünebilirsiniz. Açıklayalım:
Malum, geçen ay İstanbul’da Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’nin iki casusu yakalandı. Önce sıradan bir istihbarat operasyonu gibi görünse de, mevzu son dönemde yaşanan gelişmeler bağlamında değerlendirildiğinde ortaya bambaşka bir görüntü çıkıyor. ABD Başkanı Donald Trump iktidara geldikten sonra, Arap Yarımadası’nda Katar’ı dışarıda bırakarak Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Sisi yönetimindeki Mısır’dan oluşan bir şer ittifakını inşa etmişti.
Bölgede Türkiye’nin müttefiki olan Katar’a karşı uygulanan ambargo, Türkiye aleyhinde bu ülkelerin liderlerince yapılan açıklamalar ve İstanbul’da Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda işlenen Cemal Kaşıkçı cinayeti, bu ülkelerin okyanus ötesinden aldıkları talimatla hareket ettiklerini gözler önüne seriyordu. Bu arada söz konusu ittifakın İsrail’le dirsek temasını da atlamamak lazım. Son olarak İran’a uygulanan ambargo muafiyetinin kaldırılmasıyla birlikte, ABD yönetiminin ortaya çıkacak petrol açığının Suudi Arabistan ve BAE tarafından karşılanacağının açıklanması da bu ülkelere verilen “küçük bir hediye” olarak değerlendirilmeli.
Kuşkusuz, “küçük hediye”ler petrol pazarı oluşturmaktan ibaret değil. Amerikan istihbarat servisi CIA, iki yıl kadar önce BAE’de oluşturulan istihbarat teşkilatının kuruluş ve eğitim faaliyetlerini yürütüyor. Üstelik bu öyle gizliden gizliye yapılan bir çalışma da değil. Foreign Policy Dergisi’nde 21 Aralık 2017’de yayınlanan bir haberde aynen şu ifadeler kullanılıyor: “Birleşik Arap Emirlikleri, eski CIA yetkililerine Körfez’de bir casus imparatorluğu kurmak için para ödüyor!”
İstanbul’da iki BAE’li casusa karşı yapılan operasyona bakılacak olursa, harcanan milyonlarca dolar paranın çöpe gittiği açıkça anlaşılır. Türk istihbaratının aylar süren çalışmasının bu süreçte göz ardı edilmemesi gerektiğini peşinen ifade ederek BAE’li casusların çok kötü çıraklar olduğunu söyleyebiliriz. Öyle görünüyor ki CIA, Birleşik Arap Emirlikleri’nin kaynaklarını bir güzel sömürdükten sonra, üçüncü sınıf casus filmlerinde figüranlık yapabilecek türden “ajanlar” yetiştirip istihbaratçılık oynamaktan başka bir şey yapmamış! Ustaları yanlarında olsa muhtemelen kendilerini ele vermeyecek BAE’li iki acemi casusun, kat etmesi gereken çok yol var!
Meselenin kritik noktası ise şu: BAE gibi on küsur milyon nüfuslu ve yüzölçümü Türkiye’nin onda biri kadar olan bir ülkenin casuslarının Türkiye’de ne işi olabilir? Yukarıda belirttiğim vekalet savaşları ifadesini, istihbarat savaşlarıyla da örtüştürerek, artık bir “vekalet istihbarat savaşları” dönemine girdiğimizi söyleyebiliriz.
Devletler arasında askerî ve istihbarî işbirlikleri olabilir. Fakat kendi gizli servisini başkalarının operasyonları için kullandıran bir ülke öyle zannediyorum ki daha görülmemiştir. BAE bu durumdayken, onun ağababası Suudi Arabistan’ın vaziyetini bir düşünün!
Katar hariç, Arap Yarımadası ülkeleri sadece yeraltı kaynaklarını değil, her türlü imkânlarını büyük devletlerin hizmetine sundukları ayan beyan ortada. İslâm dünyasının hali içler acısıyken, müslümanlar aç biilaç yaşamak zorunda kalırken, Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkeler, müslümanların ortak hazinelerini keyiflerince kullanmanın ya da kullandırtmanın bedelini dünyada ve ahirette ödeyecekler. Bize düşense dimdik ayakta durup, mazluma ümit, zalime korku olmaktan başka bir şey değil. Bunun için de güçlü, hem de çok güçlü olmalıyız.
Hedefteki Ülke İran
Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında 2003 yılında Irak’a girmişti. Proje güya belirlenen bazı ülkelerin istikrarını sağlamayı, Filistin’le İsrail arasındaki anlaşmazlıkları çözmeyi, terörü destekleyen ülkelerle mücadele etmeyi ve Ortadoğu’da demokratikleşme ve ekonomik kalkınmaya zemin hazırlamayı ihtiva ediyordu! 11 Eylül 2001’de Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıların sonrasında şekillendirilen BOP, hiç şüphe yok ki Amerikan işgallerine kılıf olarak hazırlanan kurmacadan başka bir şey değildi. 2001’de Afganistan’ın ve 2003’te Irak’ın işgalinin ardından gelinen nokta, BOP’un muhtevasının kurgudan ibaret olduğunun en önemli kanıtı.
2010 yılının Aralık ayında başlayan Arap Baharı’nı da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, diktatörlüklere karşı başlayan isyan hareketleri, Libya, Mısır, Yemen ve Tunus gibi ülkelerde görünüşte “başarıyla” sonuçlanmıştı. Bir süre sonra Libya’da, Yemen’de ve Mısır’da ibre tersine dönmüş, Tunus’ta da kansız bir şekilde yeni yönetim geri çekilmek durumunda kalmıştı. Libya’nın ve Yemen’in içerisinde bulundukları vaziyet, Irak ve Afganistan’dan farklı değil maalesef.
Suriye içinse ayrı bir paragraf açmak lazım. Zira 2011’de başlayan iç savaş, diğer ülkelerin aksine hemen bitmemiş, bugünlere kadar devam eden, yüzbinlerce insanın hayatını kaybettiği, milyonlarcasının da mülteci durumuna düştüğü bir insanlık dramına dönüşmüştü. Suriye, yalnızca kendi halkları için bir cendere olmakla kalmamış, Rusya ve ABD gibi Doğu Bloku ile Batı Bloku’nun başını çeken ülkeler ve onların müttefikleri için de adeta bir arenaya dönüşmüştü. Hali hazırda savaş, vekalet örgütleri üzerinden ve söylemsel düzeyde devam ediyor.
ABD; Afganistan, Irak, Arap Baharı ülkeleri ve Suriye ile yetinmemiş olacak ki, şimdi de uzun zamandır düşman ilan ettiği, bununla beraber neyle karşılaşacağını bilmediği için işgale bir türlü cesaret edemediği İran’ı gözüne kestirmiş durumda. İsrail’in baskılarıyla ABD’nin İran’a yönelik tehditleri elbette bugüne mahsus bir durum değil. Ancak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ülkeleri ile İran arasında yapılan antlaşmaya binaen verilen yaptırım muafiyeti kararının kaldırılması, Donald Trump ve Amerikalı yetkililerin İran’a yönelik tehdide varan açıklamaları, bu sefer durumun ciddi olduğunu gösteriyor. Trump, “Eğer İran savaşmak istiyorsa, bu İran’ın resmen sonu olur. Bir daha ABD’yi asla tehdit etme!” diyerek, savaş halinde İran’ın ortadan kaldırılacağını iddia ediyor! Öte yandan Sudan’da yaşanan protestoların benzerlerinin İran’da durup dururken ortaya çıkması, olası bir işgal için tıpkı Irak’ta olduğu gibi toplumsal bir zemin hazırlandığı izlenimini veriyor.
Fakat gözden kaçan bir nokta var: İran; Suriye, Irak, Libya ya da Tunus gibi mazisi 100-150 yıllık bir devlet değil. Kökleri binlerce yıl öncesine dayanan bir geleneğin mirasçısı olan İran’daki yerleşik sosyoloji, Irak ve Suriye’de olduğu gibi bir işgale izin vermeyecektir. Her şeye rağmen oluşmuş millet bilinci, muhtemel bir savaşta Irak’ta olduğu gibi vatandaşların karşı safları desteklemesi gibi bir sonucun önüne geçer. Ayrıca ne kadar nükleer silahı olduğu bilinmeyen İran’a, Rusya desteğini çekmiş olsa bile Amerika ve İsrail tarafından direkt olarak saldırılması ihtimali hayli düşük.
Yine bize gelecek olursak, etrafımızın ateşten bir çemberle çevrildiği bu dönemde, İran’ın düşmesi Türkiye’nin aleyhine sonuçlar doğurur. Düşük bir ihtimal de olsa böylesi bir saldırıda Türkiye’nin yapması gereken yangına körükle gitmek değil, arabulucu olmaktan ibarettir.
Sırada İngiltere Var
Bir zamanların “üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk”u İngiltere, uluslararası siyasette etkin bir görünüm sergilemese de perde arkasında durarak dünyayı kendi menfaatlerine uygun bir şekle getirmeye çalışıyor. Bunun için öyle yoğun bir efor sarfettiği de söylenemez. Zaten küresel jandarması pozisyonundaki Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere’ye yarar adımlar atarak bir anlamda onun adına çalışmış oluyor!
Bu hakikati görebilmek için, büyük resme bakmak ve uluslararası olayları Amerika-İsrail bağlamının ötesinde değerlendirmek şart. Bir yerde faili belli olmayan terör eylemleri gerçekleştirildiğinde, tetikçiyi ve arkasındaki güçleri bulabilmek için merhum Prof. Dr. Mahir Kaynak’ın sorduğu çok temel bir soru vardı: “Bu olay kimin işine yarıyor?” İşte ABD’nin işgallerinin aslında kimin işine yaradığı sorusunun cevabı, bölgesel dinamiklerle ve stratejik anlamda değerlendirildiğinde tek bir kapıya çıkıyor: İngiltere.
Suudi Prens Muhammed bin Selman (MbS)’ın 2018’de peşpeşe gerçekleştirdiği üç ziyaret bu iddianın temellendirilmesi açısından anlamlı. İlk durağı Mısır olan Veliaht Prens, burada Sisi yönetimini “terörle mücadelede ortak hareket” hususunda ikna ettikten sonra Londra’ya geçmiş ve başbakan Theresa May, Kraliçe Elizabeth ve hükümet yetkilileriyle bir araya gelmişti. Ekonomi ağırlıklı görüşmelerin sonrasında İngiltere, Suudi Arabistan’daki yeni dönemde MbS’dan pastadan kendilerine düşecek payı istemiş, MbS de “terörle mücadele” ve istihbarat paylaşımı hususunda Londra yönetiminden destek talep etmişti. Bir sonraki durağı olan ABD’den de benzeri talepler gelmiş, buna mukabil özellikle “savunma” ve “güvenlik” açısından birtakım taleplerde bulunmuştu.
Bu anlaşmaların yakın geçmişte hayata geçirilmeye başladığına hep birlikte tanıklık ettik. MbS önce ABD’nin desteğini alarak Katar’a ambargo uygulanmasının başını çekmiş; İran, Türkiye ve Katar’ı “şer ekseni” olarak tarif etmişti. Amerika’nın yüklü miktarda silah sattığı Suudi Arabistan, Cemal Kaşıkçı cinayetiyle uluslararası kamuoyuna açıklayamayacağı bir durumla karşı karşıya kalınca geri adım atmış ve sert söylemlerini yinelemek için başka zemin kollamaya başlamıştı. Şimdi ise ABD’nin İran’a yönelik keskin ifadelerinin ardından, MbS de sürünün peşinden giden koyunlar gibi benzeri bir açıklamaya imza atarak İran’ın ABD’ye saldırması durumunda derhal karşılık vereceklerini ifade etmiş bulunuyor.
MbS’nin adeta yürek yemiş gibi konuşmasının en önemli sebebi, peşine takıldığı devletlerden aldığı silahlar. ABD’nin sırf Suudlar “terörle mücadele etsin” diye sattığı silahların haddi hududu yok. Geçtiğimiz günlerde İngiliz Sky News televizyonunda yayınlanan bir habere göre 2 Ekim 2018’den itibaren sadece üç ay içerisinde İngiltere Suudi Arabistan’a tam on bir buçuk milyon sterlin değerinde silah sattı! Aynı habere göre bu rakamlar nihaî değil. Özel lisans verilmesi dolayısıyla “ticaretin” hacmi büyük oranda artmış. Ayrıca satılanlar silahla sınırlı da değil. Pakette zırh delici cephane, elektronik savaş teçhizatı ve el yapımı patlayıcı tespit ve etkisizleştirme cihazları da bulunuyor.
Yine verilen rakamlara göre son dört yılda İngiltere, Suudi Arabistan’a tam beş milyar sterlinlik silah satışı yapmış. Alınan silahlarla da terör bahanesiyle Yemen’deki mazlum müslümanlar katlediliyor. İngiltere bu topraklarda Osmanlı’dan koparıp kurduğu Suudi Arabistan’ı çıkarları doğrultusunda oldukça güzel kullanıyor. Silah satarak para kazanıyor, tehdit olarak gördüğü müslümanları tek kuruş harcamadan katlettiriyor! İngilizler, “her felaket çaresiyle gelir” derler. Umarız, dünyanın başına gelen en büyük felaketlerden biri olan İngiltere felaketi de kendi çaresini beraberinde getirir!