Dinin Yarısı
Asabiye(t), kişinin mensubu bulunduğu topluluğu sevmesi, saldırılara karşı koruyup savunması demek. Bu sevgi, bağlılık, dayanışma ve koruyup kollama gayreti hakkaniyet ölçüleri içinde kaldığı sürece fıtrî bir duygu olarak meşru sayılıyor. Fakat hakkaniyet gözetilmez ise Peygamberimiz s.a.v.’in nitelemesiyle “cahiliyeye mahsus” bir tutum olarak kaçınılması gereken bir münker, yani kötü ve çirkin bir masiyet, bir günah haline geliyor.
Mübahla haram arasındaki sınırını adalet hassasiyeti gibi ince bir çizginin belirlediği böyle davranışlara dikkat etmeli bu yüzden. Aksi takdirde ayağımız kayabiliyor; çoğu zaman sınırı aştığımızın, günaha girdiğimizin farkında olamıyoruz. Nitekim Kur’an-ı Azimüşşan’da iki ayet-i kerime ile bu tehlikenin iki boyutuna işaret edilmiş.
Birinde (Nisâ 135), “Kendimizin, ana babamızın yahut en yakınlarımızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutmamız; haklarında şahitlik ettiğimiz kimselerin zengin veya fakir, güçlü veya zayıf olmasına bakmadan doğruyu söylememiz” emir buyuruluyor. Diğerinde ise (Mâide 8) “Bir topluluğa olan düşmanlık, kin, nefret yahut buğzumuzun bizi adaletsizliğe sevk etmesinden” sakındırılıyoruz.
Cahiliye asabiyesini sorumluluk zannetmek
Müminlere hitaben gelen bu ayetlerdeki uyarılara rağmen adaleti ayakta tutmak, başkalarına haksızlık etmemek, her halükârda hakikatten yana olmak hususunda yeterli titizliği gösterdiğimiz söylenemez. Keskin bir “bizden olan-olmayan” ayrımı yapıyor; sadece bu ayrımı esas alarak bizim tarafın haklılığına, karşı tarafın ise haksızlığına hükmedebiliyoruz.
Çünkü “esas olan biziz ve bizden olmayanlar bizim için bir tehdit, tehlike, rakip veya hasımdır” diye düşünüyoruz. Bu sebeple mesela “ötekiler”den gelen tenkit, tavsiye veya ikazların bir saldırı olduğu vehmiyle isabetini sorgulamıyoruz bile. Bazen bizim yanlışımızı onların doğrusuna tercih edebiliyoruz. Kemâlâtı bize, noksanlığı öbürlerine yakıştırıyoruz.
Aynı şekilde nimeti ve imkânları hep “biz” paylaşalım istiyoruz. Bir kişiyi, liyakat ve ehliyetine bakmaksızın, yalnızca bizden biri olması hasebiyle her türlü makam ve mevkiye layık görüyoruz. Böyle durumlarda başkalarına haksızlık etmiş olabileceğimiz ihtimalini hesaba katmıyor, hatta bazen yaptığımız haksızlığı savunmak gibi bir cahiliye asabiyesine düştüğümüzün farkına dahi varamıyoruz.
Bu gafletin, bir masiyet olarak cahiliye asabiyesine zihnimizde çizdiğimiz sınırla da alâkası var. Kökenindeki “kan bağı” manası ve cahiliye devrindeki tezahür şekli, asabiyenin sanki kabilecilik, kavmiyetçilik yahut ırkçılıktan ibaretmiş gibi anlaşılmasına yol açmış. Halbuki hakkaniyeti gözetmeyen, adaletle davranmaya mani olan her türlü mensubiyet yahut taraftarlık hissi insanları bu günaha sevk edebilmekte. Dolayısıyla siyasî parti, ideoloji, hemşehrilik, cemaat, dernek, vakıf, meslek odası, spor takımı gibi mensubiyet veya taraftarlık ile de cahiliye asabiyesine düşmek ihtimal dahilindedir. Kaldı ki ülkemizde özellikle siyasî parti ve futbol takımı taraftarlarının kullandığı dil, bunu ihtimal olmaktan çıkarıp vahim bir gerçekliğe dönüştürmüştür.
Daha kötüsü, toplumun büyük kısmına sirayet eden siyaset ve futbol tutkusu sebebiyle yaygınlaşan cahiliye asabiyesinin günah olarak değil; taraftarlığın kaçınılmaz bir sorumluluğu gibi algılanmasıdır. O kadar ki kimse kimseyi dinlememekte; kim ne yaparsa yapsın, taraflar birbirlerini kafalarındaki sabit şablonlarla düşmanlaştırıp peşinen mahkum etmektedir. Yanlışa yanlış demek, nerede ve kimde olursa olsun, doğruyu ve hakikati aramak, bulmak, teslim etmek, kendi tarafına ihanet sayılmaktadır âdeta. Bir nefret nesnesi haline getirilen karşı tarafa yalanlar, hakaretler, alaylı imalar, iftiralar, çarpıtmalarla yapılan saldırılar normalmiş, hatta meziyetmiş gibi görülmekte.
Adaleti ikâmenin ön şartı
Cahiliye asabiyesi kendince haklılık iddiası taşısa da tam bir adaletsizliktir. Hem haksızlık edilen karşı tarafa, hem kusurlarını görüp düzeltmediği için kendi tarafına, hem de fitne ve tefrikaya yol açtığı için bütün bir topluma zulüm anlamına gelen bir adaletsizliktir bu. Çünkü cahiliye asabiyesinde belirleyici duygu öfkedir. Öfke; haklı bile olunsa, saldırır veya savunurken aşırılığa sevk etmekte, daha en başta hakikati bulma, adaleti ayakta tutma niyetine mâni olmaktadır.
Halbuki adalet; hakkaniyet ölçülerini bilmek kadar adaleti tesis endişesi ve niyeti ile bu niyeti gerçekleştirmeye imkân veren bir denge haline bağlıdır. İşte cahiliye asabiyesinden kurtulmanın, öfkeyi yenmenin, böylece adaleti ikâme edebilmenin ön şartı olan bu samimi niyet ve denge haline “insaf” denilmiştir.
Dilimize Arapçadan geçen ve daha çok “adalet duygusu, merhamet, vicdan, acıma, anlayışlı olma” anlamlarında kullandığımız insaf kelimesi aslında “yarılamak, iki ucun ortasını bulmak” demektir. Orta noktada bulunma, vasat olma halidir. “Yarı, yarım” anlamına gelen “nısf” kelimesi de aynı kökten gelir. Yine aynı kökten, “tarafların çatışan menfaatleri arasında hakkaniyete uygun bir dengeyi sağlama”yı karşılayan ve “nısfet” yahut “nasfet” şeklinde de telaffuz edilen “nasafe(t)” kelimesi bizde bugün de bir hukuk terimi olarak kullanılmaktadır.
Bu izahatı, insafın adaletle ilişkisini ve adaletin tesisinde zaruri bir ön şart olduğunu, sözlük anlamıyla bağlantısını kurarak anlatabilmek için yaptık. Şöyle ki: Bilindiği üzere “adalet”in simgesi genellikle iki kefesi olan bir el terazisidir. Adaleti sağlayacak doğru bir tartı yapabilmesi için yukarıdan bu teraziyi tutan elin her şeyden önce onu doğru bir noktadan kavraması gerekir. O nokta, üstten kefeleri birbirine bağlayan çubuğun tam ortasıdır.
İşte insaf, nassla sabit hükümler dışında bir meseleyi tartmadan önce adalet terazisini, kefeleri aynı hizada eşitleyerek tutmaktır. Yani başlangıçta taraflara eşit mesafede durmak, peşin hükümlerden ve şartlanmışlıktan kaçınmak, haklı veya haksız çıkma ihtimalinin her iki taraf için de geçerli olduğunu hesaba katmaktır.
Bu sebeple adaletin olmazsa olmaz şartı sayıldığı içindir ki insaf, doğrudan “adalet” anlamına da kullanılır. İnsaf kelimesine verdiğimiz diğer anlamlar ise adalet terazisini doğru noktadan tutmaya imkân veren haller ile ilgilidir. Mesela “insafa gelmek”teki insaf, inadı ve öfkeyi terk etmek suretiyle hakkı teslime imkân veren bir rıfk halini, yumuşak huylu davranmayı anlatır. Hayvanlara, çocuklara, kısaca savunmasız ve güçsüz varlıklara insaf “merhamet”tir.
İnsaf nazarıyla bakmayınca
İnsaf, kişinin bizzat taraf olduğu konularda ise peşin hüküm ve şartlanmışlıklardan sıyrılıp anlayışlı olmak, empati yapmak, kendisini karşı tarafın yerine de koyarak hüküm vermektir. “Çeşm-i insaf gibi kâmile mîzân olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” denilmiştir. Yani en doğru, hakkaniyete en uygun ölçü, meselelere insaf nazarıyla bakmaktır ki, kemâlât alâmetidir. Kişi ancak insafla bakınca kusurunu, noksanını görür; bazen hatanın kendinde olduğunu fark edebilir. Bu dahi irfandır; çünkü kendini bilmektir.
İnsanların aşırılıklardan sakınıp itidal üzere (ölçülü) davranmasından kendini bilmesine, her hususta hakkaniyeti gözeterek adaleti ikâmesine, başka insanlarla ünsiyet eyleyip toplumun sulh ve sükûnunun devam etmesine vesile olduğu için “İnsaf dinin yarısıdır.” buyurulmuştur. Bazı kaynaklarda hadis-i şerif diye zikredilse de hakim görüş bu sözün kelâm-ı kibar, yani âlim veya velîlere ait sözlerden olduğu yönündedir. “Dinin yarısıdır” hükmü evvela “insaf”ı, yarısıyla da olsa sadece İslâm’ın belirlediğini anlatır. Sonra dini yaşamada insafın önemine işaret eder.
“Dinin yarısı” ibaresi bir niceliği ifadeden ziyade bu öneme vurgu gibidir. Kaldı ki İslâm, Allah Tealâ’nın ve mahlukatının hukukuna riayetten ibarettir ve bu riayetin sıhhat ve dengesi için insaf şarttır da denebilir. Ama her halükârda sırf rıza-yı ilahî için adaleti ikâme endişesiyle ifrat ve tefrite sevk eden duygu, düşünce ve değerlendirmelerden uzak durma halidir. Bu hali kuşanmayınca “dini bütün bir müslüman” olmak muhal görünmektedir. İslâm, ibadette olduğu gibi muamelâtta, yani insanlar arası ilişkilerde de itidali emreder. Muamelâtta itidal insaftır.
Beğenmediğimiz, benimsemediğimiz, çizgisini yanlış bulduğumuz “bizden olmayan” farklı meşrep ve meslekteki kişi veya toplulukların yaptıkları iyi işleri bile edep dışı ifadelerle tahkir edip kötülemek, söyledikleri doğru sözleri bağlamından koparıp çarpıtmak, hakikatini araştırmadan onlarla ilgili bir suçlamayı yaygınlaştırmak insaf değildir. Bize öyle geliyor ki, müslümanlar olarak bugünkü husumet ve bölünmüşlüğümüz inanç ve fikir ayrılığından çok insafsızlıktan kaynaklanıyor.
Eskiden hüsn-i hatla “Edeb Yâ Hû” yazan levhalar asılırdı duvarlara. Şimdi de görünen her yere “İnsaf Yâ Hû” yazdırsak faydası olur mu acaba?