Görüş Bildir

Yakîn Ne Durumda?

Tabiîn'den, yani sahabi efendilerimizi gören bir grup insan mescitte nafile namaz için oturmuş bekliyordu. Bu esnada Ebu Zerr el-Gıfarî r.a. mescide girer ve direklerden birini önüne alarak namaza durur. Bu hâdiseyi nakleden râvi yanındakilere;

– Haydi yanına gidip Ebu Zerr namazını bitirince bize Hz. Peygamber s.a.v.'i anlatması için soru soralım, der ve sonra şöyle anlatır:

– Kalkıp gittik, namazı bitirince yanına sağlı sollu oturup selamlaştık. Bize Rasulullah s.a.v.'i anlat, dedik. Şunları söyledi:

– O’na muhabbetle şahidim ki şöyle buyurdu: "Her kim farz namazları kılar, Ramazan orucunu tutar, zekâtını verirse cennete girmeyi hak eder."

Aramızda Cüheyne kabilesinden olan genç ona;

– Peki, günahları varsa nasıl olacak amca, diye sorunca ona;

– Sen kimlerdensin evladım, dedi. Genç;

– Cüheyne kabilesindenim, deyince Ebu Zerr hazretleri:

– Bu sorduğun soru senin gibi, amcanın da aklına geldi. Aynı soruyu ben de Rasulullah’a sorduğumda şu cevabı verdi:

"Yakîn günahları yok eder." (Kelebazi, Bahru’l-Fevâid, 2/624)

Yakîn nedir?

Yakînin birçok anlamı var. Bunlardan biri, dil ile ikrar edilen imanın kalp ile tasdik edilmesidir. Buna "iman-ı sâdık" denir ki günahların silinmesine vesiledir.

Burada bahsedilen günahlar, küçük günahlardır. Kur’an-ı Kerim'de belirtildiği üzere farz namazların edası günahlara kefarettir. Allah Tealâ, "Gündüzün iki tarafında, gecenin de gündüze yakın saatlerinde namaz kılın. Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri yok eder." (Hud 114) buyurur. Ayrıca büyük günahlardan sakınmak da aynı neticeye ulaştırır. Cenab-ı Hak, "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız küçük günahlarınızı örteriz." (Nisa 31) buyurmuştur.

Buradan şu anlam çıkarılır: Allah Tealâ, farzları yerine getirip büyük günahlardan kaçındıkları sürece imanında samimi ve sâdık olanların küçük günahlarını affeder, örter. Çünkü sâdık imanla yapılan ameller makbuldür ve günahlara kefarettir. Kalbinde manevi hastalık olanın ameli ise böyle değildir. Bu durumda anlam şöyle olur: Yakîn iman sahibi, farz ibadetleri yerine getirir ve büyük günahlardan sakınırsa günahları affedilir.

Yahut şöyle bir anlam çıkarmak da mümkündür: Sâdık imanla farzların edası, küçük büyük bütün günahları yok eder. Bu da şöyle gerçekleşir. Kişi ya dünyadayken günahlarına kefaret olacak sıkıntı ve musibetlere maruz kalır ve hasenatını artırır. Ya da ahirette günahlarından arınmasına vesile olacak şefaate veya meşîete (Allah Tealâ'nın dilemesine) nail olur. Yahut cehennem ateşinde bir müddet cezasını çeker, temizlenir ve sonunda cennete girmeyi hak eder.

Cenneti hak etmesi günahlardan arınmasına bağlıdır. Dünya ve ahirette günahlardan arınmak ise ancak imanlarında samimi olan yakîn ehline hastır. Kalbi ile dili farklı olanlara değil... Allah Tealâ, "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını asla affetmez." (Nisa 48) buyuruyor.

Bir diğeri, yakîn ifadesinden müşahede hali murad edilmiş olabilir. Müşahede hali kalbin, Allah’ın bildirdiklerine (vahye), mükâfat veya ceza gibi bütün vaadettiklerine gözüyle görüyormuşçasına şahit olmasıdır. Ensar'dan Hârise r.a.'ın kendi haliyle ilgili verdiği bir rivayette olduğu gibi, yahut Hz. Peygamber s.a.v.'in "Allah’ı görüyormuş gibi ibadet yap." (Buharî, 50; Müslim, 8) diye bildirdiği gibi...

Enes bin Mâlik r.a.'dan nakledilen habere göre Hârise r.a.'ın durumu şöyledir:

"Rasulullah s.a.v. bir gün yürürken Ensar’dan bir genç kendisini karşıladı. Hz. Peygamber s.a.v. ona;

– Ey Hârise bugün nasılsın, diye sordu. Hârise:

– Bugün Allah’a imanım tamdır, dedi. Rasulullah s.a.v.:

– Ne dediğinin farkında mısın? Her sözün bir hakikati vardır, söylediğinin isbatı nedir, deyince Hârise:

– Ey Allah'ın Rasulü, nefsimi dünyadan çektim, gecem uykusuz, gündüzüm susuz geçti. Sanki Rabbimin Arşı bana ayan oldu. Artık cennet ehlini ve cennette nasıl sevindiklerini, cehennem ehlini ve cehennemde nasıl acı çektiklerini açıkça görür gibiyim, dedi. Rasulullah s.a.v. ona;

– Basiretin açılmış, devam et Allah’ın kalbinde imanı nurlandırdığı kul, dedi." (Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 10/273; Kelebâzî, Bahru’l-Fevâid, 2/653)

Seçkinlerin yakîni

Allah’ı görür gibi ibadet yapmak çok özel bir yakîn halidir ki, ihsan makamı olup buna havassın yani seçkin kulların yakîni denir. Bu ancak Allah’ın has kullarının nail olduğu bir makamdır. Avamın yakîni ise hadis-i şerifin devamında gelen "Sen O’nu göremesen de O seni görür." sözleriyle bildirildiği üzere imanın gereklerinden olan yakîndir ki samimiyet ister.

Havassın yakîni ise onu öyle bir makama ulaştırmıştır ki, keşfi açılmış ve gaybı müşahede etmekte ve yakîni sayesinde günah ve hatalarının nasıl silindiğini gözüyle görüyormuş gibi müşahede etmektedir.

Böyle kişi yakînle beraber gelen keşf sayesinde Allah Tealâ’nın vaadini müşahede eder, bu hal de onu günah ve hataya düşmekten alıkoyar. Nefsleri de emmâre (kötülüğü emreden) değil, Allah Tealâ'nın rahmet ettiği nefstir. Kur’an-ı Kerim'de Allah Tealâ şöyle buyurur: "Allah’ın rahmet ettiği nefs hariç, nefs sürekli kötülüğü emreder." (Yusuf 53). Kötülüğe olan isteği ölmüş kimse artık kötülüğe sürüklenmez. Hata veya günaha düşme ihtimali de yok gibi azalır.

Enes b. Mâlik r.a.’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle geçer:

Muaz b. Cebel r.a. ağlar bir halde Rasulullah s.a.v.'in huzuruna girdi. Hz. Peygamber s.a.v. ona:

– Bugün nasılsın, nasıl oldun ey Muaz, diye sorunca Hz. Muaz:

– Allah’a mümin oldum, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber s.a.v.:

– Her sözün bir doğrulayanı, her hakkın bir hakikati vardır. Bu söylediğini nasıl doğrularsın, diye sorunca Hz. Muaz:

– Ey Allah’ın elçisi, hiçbir sabah akşama çıkacağım, hiçbir akşam da sabaha ereceğim düşüncesinde olmadım. Attığım her adımda bir sonrasını hiç atamayacağım zannıyla hareket ettim. Öyle bir haldeyim ki sanki bütün ümmetlerin kitapları, peygamberleri ve tapındıkları putlarla birlikte çağrıldıklarını görüyor ve cehennem ehlinin cezalandırıldıklarına, cennet ehlinin de mükâfatlandırıldıklarına şahit oluyor gibiyim, dedi. Bunun üzerine Rasulullah s.a.v. ona:

– Bildin, bu hal üzere devam et, buyurdular.

Muaz b. Cebel r.a.'ın kalp gözüyle olaylara şahit olması yakîn haline işaret etmektedir ki Allah Tealâ’nın Kur’an-ı Hakîm’de bildirdiği şu durumların birebir müşahedesidir: "O zalimleri yoldaşlarıyla birlikte haşredin." (Sâffat 22), "O gün cennet müttaki kullara yaklaştırılır." (Şuara 90), "Ecelleri geldiğinde ne bir an geri ne de bir an ileri gidebilirler." (A’raf 34) ve "Hiç kimse yarın ne elde edeceğini bilemez." (Lokman 34)

Bu özelliğe sahip olan kimsenin nefsinin peşine düşmesi, hevâ ve hevesine uyması düşünülemez. İşte bu iki hastalıktan uzak olanlar günaha düşmekten de uzaktır. Cenab-ı Hak onları hayırlara muvaffak eder, kötülüklerden de muhafaza eder.

Çaresizliklerin çaresi

Dünya, türlü sıkıntı ve belaların olduğu, keder ve acıların eksik bulunmadığı bir konaktır. Allah Tealâ dünya hayatını karar kılınıp amaç edinilmesi için değil, insanı ebedi saadete kavuşturacak bir vasıta olarak yaratmıştır.

Allah’ın emri olmasına rağmen sıkıntılara sabretmek, elde olana kanaat getirmek, kaza ve kadere razı olmak insanın zorlandığı hususlardır. Zorluğun şiddeti ve tahammül gücü, imandan sonra yakîn derecesine göre değişir. Nitekim Hz. Peygamber s.a.v.: "Kişi dinine göre iptilaya maruz olur." buyurmuşlardır. (Ahmed b Hanbel, Müsned, 1/172; Tirmizî, Sahih, 4/601)

Dini zayıf olanlar, yani yakîni eksik olanlar bu durumlarda nefslerine hakim olamazlar. Sürekli hoşnutsuzluk, sıkıntı ve isyan içindedirler. Bu yüzden Allah Tealâ kullarına her hâlükârda sabrı, rızayı ve şükrü emretmiştir. Karşılığında mükâfat ve bolca nimetler ihsan edeceğini, uymayanların sonunun ise hüsran olacağını bildirmiştir.

Allah Tealâ, "Sabredenlerin mükâfatları hesapsız verilir." (Zümer 10) ve "Eğer sabrederseniz, sabredenler için muhakkak hayır vardır." (Nahl 126) buyurur.

Bu vaatlere yakîn bir imanla inanıp ikrar edenler mükâfatlarını da kalp gözüyle müşahede ederler. Sıkıntılara sabır ve tahammül güçleri artar, bahşedilen nimetlere yapılan şükrün karşılığı olan hesapsız sevabı da basiretle görür ve haz duyarlar. Allah Tealâ’nın kendilerine takdir ettiği kaza ve kadere rıza gösterirler ve karşılığında O'nun rızasına nail olurlar.

Nitekim insana bahşedilen en büyük hayır, yakînden sonra afiyettir. Peygamber Efendimiz s.a.v. "Allah’tan afiyet dileyin! Çünkü kula yakînden sonra bahşedilen en kıymetli şey afiyettir." buyurmuştur. (Nesaî, Sünen, 6/220; Ahmed b Hanbel, Müsned, 1/8; Taberanî, Müsned, 2/406)

Afiyet zâhir ve bâtın sıhhatini ifade eden bir kavramdır. Geniş anlamda dünya ve ahiret saadetine kavuşma halidir. Yakîn ise kesin, doğru ve değişmez bilgidir. Yakîn, kalp gözüyle görmek, zan ve tereddütten kurtulmak, tam bir inanç ve teslimiyete kavuşmak anlamlarına da gelir. Bu sayede sıkıntı ve musibetlere tahammül kolaylaşır, kalp huzur ve sükûnete kavuşur.

Şu halde afiyet ve yakîn aslında birbirini tamamlayan iki haldir. Afiyette olanın hali yakîni, yakîni olanın da hali afiyeti gerektirir. Ancak yakîn afiyetten daha öncelikli ve önemlidir.

Belalara sabır, kaza ve kadere rıza ve nimete şükür kulun yakînini artırıcı sebeplerdir. Yakîn kalbin gözü ve idrakin ışığıdır. Yakîn ile kalbin görüşü berraklaşır, idraki sağlamlaşır. Tıpkı göz ve kulak gibi duyu organlarıyla insanın eşyayla ilgili bilgisinin artması gibi...

Yakîn kalbin gözüdür. Baş gözü insanın bilgisini kuvvetlendirir. Ancak kalp gözüyle idrak edilen bilgi daha sağlam ve güvenilirdir. Kime yakîn bahşedilmişse artık o, Allah Tealâ’nın peygamberler vasıtasıyla bildirdiklerini gözüyle görmüş, kulağıyla işitmişçesine ikrar ve tasdik etmiştir.

Yakîni olmayanın ameli

Kendilerine yakîn ihsan edilenler daha dünyada iken cennet bahçelerini temaşa ediyormuş gibi dünyanın lezzetine de acısına da aldırış etmezler. Sabrın mükâfatını bildiklerinden bela ve musibetleri hoş karşılar, "ilahî kaza ve kaderin nişanesidir" der, rıza gösterirler. Bu hali kaybedenler ise en basit acıya sabredemedikleri gibi ilahî kazâya da rıza göstermeyip isyan ederler. Bunun neticesi ise amellerinin boşa çıkmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber s.a.v. şöyle uyarır: "Musibet anında dövünen kişi, işlediği ameli (sevabını) boşa çıkarır." (Isfehânî, Hilyetü’l-Evliyâ 3/180; Nehcü’l-Belağa 4/34)

Bir kudsî hadiste de Allah Tealâ şöyle buyurur: "Benim kazâma razı olmayan, belalarıma sabretmeyen ve nimetlerime şükretmeyen kendine başka rab arasın." (Beyhakî, Şuâbü’l-İman 1/218; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr 22/320)

Her ne kadar sabır ve rıza ehlinin kazanımlarından mahrum olsalar da yakînden nasibi olmayanların afiyette olmaları kendileri için hayırlı olabilir. Çünkü sağlık ve varlık bakımından afiyette olmak onları en azından ihtiyaç ve sıkıntı sebebiyle taşkınlık yapmalarına, günaha ve dolayısıyla azaba müstehak olmalarına engel olur.

Hz. Peygamber s.a.v. bir hadis-i kudsîde Allah Tealâ’nın, "Mümin kullarımdan bazılarının imanı ancak ihtiyaçları giderilince düzelir, muhtaç hale düşürsem onu bozar. Bazılarının imanı da ancak sıhhat bulduklarında düzelir, hastalık versem onu bozar." buyurduğunu bildirmiştir. (Tirmizî, Nevâdiru’l-Usul, 2/232; Taberânî, Mu’cemul-Evsat, 1/192; Beyhakî, Sünen, 1/308)

Sıhhatli ve varlıklı olmak her ne kadar afiyet hali olup, kulun muhafazasını sağlasa da yakîn sırrının verdiği hayır ve güveni sağlamaz. Bahşedilen yakîn hali afiyet halinden daha hayırlıdır.

Allah Tealâ’dan dünya ve ahirette yakîn ve afiyet dileriz. Yaratılış itibarıyla insan zayıftır. Zayıf olan ve aczinin farkına varan insan bilir ki aslında bütün bu zorluklara karşı dayanma ve sabır gücünü veren de yine her şeyi yaratan ve sahibi olan Allah Tealâ’dır.

Dolayısıyla asıl yapılması gereken, kulun her durumda kendini bilmesi, aczinin ve zayıflığının farkında olarak Allah Tealâ’ya sığınması ve "Rabbimiz, bize kaldıramayacağımız yükü yükleme!" (Bakara 286) diye yakarmasıdır. Rasul-i Ekrem s.a.v.'in buyurduğu şekilde "Allahım senden dünya ve ahirette af, afiyet ve muâfât (arınma) dileriz." diye dua etmesi, başına bir musibet geldiğinde de "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" diyerek Rabbine sığınıp yardım dilemesidir.

Yakîn zayıflaması ve sıkıntılar

Yakînin eksikliği veya zayıflaması dünya ve ahiret mutsuzluğuna sebeptir. Bu ise Hz. Peygamber s.a.v.'in ümmeti için endişelendiği bir durumdur. Ebu Hüreyre r.a.'dan gelen bir rivayette Rasulullah s.a.v. şöyle buyurdular: "Ümmetim için en çok korktuğum şey yakînin zayıflamasıdır." (Taberânî, 8/309; Beyhakî, Şuâbü’l-İman, 1/63)

Yakîn, kalbin gözü ve gönlün idrakidir. Allah Tealâ müminleri, "Onlar gayba iman edenlerdir." (Bakara 3) diye vasfetmiştir. İman ise tasdik etmektir. İnsanın bir şeyi tasdik etmesi demek o şeyin veya bilginin şüphe götürmez bir halde aklında ve gönlünde karar kılması anlamına gelir. İnsanın kendisine bildirilen bir haberi tasdik etmesi demek, onu bizzat müşahede etmişçesine algılaması, kabullenmesi, inanması anlamına gelir ki buna kalp ile müşahede etmek anlamında yakîn denir.

Gözler zayıfladığında görüş bulanıklaşır, tanıma ve anlama gücü azalır. Aynı şekilde gönül gözü (yakîn) zayıfladığında da insan inanması gereken gaybı algılayamaz, iman etmekte zorlanır. Allah Tealâ’nın vahdaniyetini, yüceliğini, azametini anlamakta zorlanır. Yaptığı ibadet, O’nu görüyormuşçasına değil sıradanlaşmış bir şekilde olur. Kıyamet ise kopma ihtimali uzak bir gelecektir onun gözünde. Kalp gözü zayıfladığında emir ve yasaklar için Allah’ın vaadettiği mükâfat ve cezalar da kişinin gözünde basitleşir, önemsizleşir.

İşte bütün bunlar, kalp gözüne çöken karanlık ve basireti örten perde sebebiyledir ki, yakîn zayıfladığı gibi iman da zayıflamıştır. Bu ise Hz. Peygamber s.a.v.'in ümmeti için "en çok korktuğum şey" dediği yakînin zayıflamasıdır.

Yakîn zafiyeti, inananlar arasında din hususunda ihtilafların da bir sebebidir. Kimileri dinin mesajının ve hükümlerinin muhtevasını yakîn seviyesinde anlayamadıkları, müşahede edemedikleri için inandıklarında tereddüt etmeye, bocalamaya başlar. 

Düştükleri bu durumdan kurtulmanın yolunu kendi akıllarında, anlayışlarında ararlar, nefsaniyetin esiri akıl ile vahyi anlamaya, daha doğrusu Allah Tealâ’nın, bildirdiği haberleri kendi akıllarına uydurmaya yeltenirler.

Halbuki onlar kibirli, kendi kıt anlayışına itimat eden, doğruyu bulamamanın sıkıntısı içinde çırpınan kimselerdir.

Kimin de yakîni güçlenir ve basiret gözüyle dine bakarsa itminana erer. Allah Tealâ buyuruyor ki: "Dikkat edin, kalpler ancak Allah'ın zikriyle itminan (huzur ve tatmin) bulur." (Ra’d 28).

Kalp gözü gayb sırlarını aşar ve adeta vahyi müşahede eder, sükûnete ve itminana erer. Tereddüt veya şüpheden bir şey onu rahatsız etmez. Artık sağa sola sapmadan, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye üzere istikamettedir.

Allah Tealâ’nın tevfik ve inayetiyle kendisine yakîn ihsan edilmiş kul, hidayete kavuşmuştur. Kendisine bahşedilen bu güçlü basireti sayesinde yolu belli, yöntemi sağlam, anlayışı karışıklıktan uzaktır.



Semerkand Dergi Logo