Görüş Bildir

O’nun Adıyla Oku

Her şey Yüce Allah’tan başlar ve O’nda biter. Her şeyden evvel var olan, her şeyi var eden ve varlığından haberdar eden O’dur. Yüce Allah’ın ismiyle başlanmayan her iş bereketsiz, kesiktir.

İlk vahiy, ilk ayet

“Yaratan Rabbinin adıyla oku” mealindeki ayet-i kerimenin geçtiği sureye “İkra’ suresi” de denir. Mekke döneminde indirilmiş olduğu hususunda hiçbir ihtilaf yoktur. On dokuz ayettir ve ilk beş ayeti Peygamber Efendimiz s.a.v.’e inen ilk ayetlerdir. Kur’an-ı Kerim’de tamamı bir defa da inen sure pek az olup peyderpey ve çoğunlukla beşer ve onar ayet indiği bilinmektedir.

İnen bu ayetler yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ilk müjdeleridir. Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifte de buyrulduğu üzere, bir ucu Rabbimiz’de bir ucu bizde olan, tutunanı Allah’a ulaştıran bir bağ; iman ve amel edene dünyada şeref, ahirette ise saadet temin eden bir kitaptır. Onun bir harfi bile değişmeden kıyamete kadar korunacaktır. Ona bir şey eklemek ya da çıkarmak mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’in korunması demek sadece lafızlarının korunması demek değildir. Onu korumanın bir şekli de muhtevasındaki hükümlerin tamamıyla amel eden müminlerin bulunmasıdır. Kıyamete kadar bu hükümlerle amel eden müminler daima bulunacaktır.

Alâk suresinde okumanın öğrenmenin üstünlüğü, insanın yaratılışı, kalemin özelliği, bunların insana Allah Tealâ’nın ihsanı olduğu, insanın bunları düşünüp Rabbine itaat etmesi gerektiği; aksi halde azaba düçar kalacağı anlatılır.

Hz. Aişe r.anhâ validemizden rivayet olunan bir hadis-i şerifte açıklandığı üzere, Allah Tealâ Peygamber s.a.v.’i kullarına bir rahmet vesilesi olarak göndermeyi murad ettiğinde, ilk vahiy sâdık rüya şeklinde vuku bulmuştur. Efendimiz s.a.v. herhangi bir rüya gördüğünde o rüyası tıpkı sabah aydınlığı gibi apaçık gerçekleşiyordu. (Buhârî, Bedu’l-Vahy 3)

Peygamber Efendimiz s.a.v.’e vahyin ilk başlarda böyle sâdık rüyalar şeklinde gelmesinin, Cebrail a.s. ile ilk karşılaştığında korkmaması için olması muhtemeldir. Çünkü böyle bir ön hazırlık olmaksızın insan buna dayanamaz. İşte sâdık rüya Peygamber Efendimiz s.a.v.’i vahye alıştıran ilk unsur olmuştur. Bu hal tam altı ay devam etmiştir.

Sonra, yine Hz. Aişe r.anhâ validemizin naklettiği üzere “Pazartesi günü seher vaktinde melek, Allah Rasulü s.a.v.’e geldi ve ‘Oku!’ dedi. O ‘Ben okuma bilmem.’ dedi.” Hadis-i şerifin devamında Efendimiz s.a.v. durumu şöyle anlatır: “Cebrail beni aldı, kucakladı ve çok şiddetli bir şekilde sıktı. Sonra serbest bıraktı ve bu olay üç kez tekrar etti. Sonra melek bu surenin başından başlayarak ilk beş ayeti okudu.” (Buhârî, Bedu’l-Vahy 3, Tefsir 1; Müslim, İman 252)

Peygamber Efendimiz s.a.v.’in yaşadığı bu hadisenin üzerinden zaman geçtiği halde Cebrail a.s. görünmedi. Kuvvetle muhtemel ki sebebi, Efendimiz s.a.v.’in duyduğu endişenin dağılması ve Cebrail a.s.’ı tekrar görme isteğinin uyanmasıdır. Vahyin gelmediği bu döneme “fetret dönemi” denir.

Kur’an-ı Kerim’in ilk inen ayetleri olan “Rabbinin adıyla oku!” emrinin Mushaf düzeninde sonlarda yer almasının hikmetleri vardır. Denilebilir ki, insanın bir mertebeye geldikten sonra okumaktan, ilimden, din ve kulluk mesuliyetinden kurtulduğu zannına kapılmaması için Alâk suresi ilahî tertiple sonlara konulmuştur. Yani bir bakıma her sonun bir başlangıç gibi düşünülüp değerlendirilmesi istenmiştir. Dolayısıyla bu tertip ilimle, öğrenmekle olan münasebetin hiçbir zaman kesilemeyeceğini vurgular.

Rabb’inin adıyla okumak

Bu ilk vahiy cümlesi ile şöyle denilmiş olmaktadır:

“Oku, Rabbinin yüce adıyla! Bütün mevcudatı yoktan var eden ve her an her şeyi idare eden, bir nizama göre çekip çeviren Rabbin Allah Tealâ’dan yardım dileyerek, O’nun yüce ismiyle başlayarak oku. Okumaya O’nun ismiyle başla. Yani Ey Muhammed, Bismillâhirrahmânirrahîm de, sonra oku.” (Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Ebu’l-LeysSemerkandî, Tefsîru’l-Kur’an; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; İbn Acîbe el-Hasenî, Bahru’l-Medîd; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri)

Rûhu’l-Beyân tefsirinde bildirildiği üzere yeryüzüne ilk inen ayet “Bismillâhirrahmânirrahîm”dir. Besmele ilk olarak Hz. Adem a.s.’a inmiştir. Bu ayet indiğinde o; “Anladım ki benim zürriyetim bu Besmele üzere oldukları sürece cehennemde azap edilmeyeceklerdir.” demiştir. Besmele, Hz. İbrahim a.s. mancınıkta ateşe atılmayı beklerken ona da indirilmiştir. Allah Tealâ besmele ile peygamberini ateşten kurtarmıştır. Sonra Hz. Musa a.s.’a inmiş ve o da besmele ile Firavun’un ordularını dize getirmiştir. Sonra Hz. Süleyman a.s.’a nâzil olmuş ve melekler ona demişler ki: “Allah’a yemin olsun ki şu anda senin mülkün tamama ermiştir.”

Besmele, Allah Tealâ’nın Peygamberlerine ve ümmetlerine bir rahmet ve itminan ayetidir. Hayır kapılarını açan bir anahtar, her müminin daimî zikridir. Hal böyle iken dilin söylediğini kalbin de tasdik etmesi için besmele üzerinde durulması yerinde olur.

Besmele ve Allah ism-i celîli

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…

Kâinatta her şeyi var eden Hak Tealâ varlığımızın ve ilmimizin ilk başlangıç noktası ve sebebidir. Yüce Allah’ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat kitabını okumak ve muhteşem nizamın hakikatini idrak edebilmek bir hayalden ibarettir. “Allah” ism-i celîli ile birleştirilmeyen ve düzene konulmayan her tür ilim, sanat, bilgi ve eğitim dağınık bilgi ve fikirlerden; böyle ilim, sanat ve eğitimden elde edilecek netice de ifsattan ibaret kalır.

Kelime-i şehadette sadece “Allah” ismi yer alır. Gayrimüslim bir kimse Allah Tealâ’nın diğer isimlerinden biriyle şehadet etmiş olsa İslâm’a girmiş olmaz.

Aklımız Hak Tealâ’nın zatını kavrayamadığı gibi özel ismini kavramakta da yetersiz ve kısıtlıdır. Arapçada “Allah” ism-i celîlinin kullanım tarzına benzeyen hiçbir kelime yoktur. Dil âlimleri “Allah” isminin tahlillerini yapmışlar ve farklı şekillerde izah etmişlerdir. Nahiv âlimi müfessir Endülüslü Ebu Hayyan rh.a. şöyle der: Çoğunluğa göre “Allah“ ismi asıldır, türetilmemiştir. Yani Cenab-ı Hakk’a bir sembol olarak konulmuştur. Fahreddin Râzî rh.a.’e göre de bu lafız Âlemlerin Rabbi’nin sembol ismidir. İmam Halil ile Sibeveyh gibi dilciler, usul âlimleri ve fıkıhçıların çoğu bu görüştedir.

Allah Tealâ tüm mevcudatın tek sahibi ve kulluk yapılmaya tek layık olandır. İnsanlar puta, ateşe, güneşe ya da tağuta da tapar. Bu kimseler için tapılan bu şeyler birer ilah, mabuddur. Fakat kimi zaman bunlardaki ilahlık özelliklerini eksik gördüklerinden tapmaktan vazgeçerler. İnsanlar Allah Tealâ’yı mabud bilsin ya da bilmesin, O kulluğa layık tek mabuddur.

“Allah” ism-i celîlinin, O’nun diğer isimlerinde bulunmayan bir hususiyeti daha vardır:

Allah kelimesindeki elif’i kaldırırsak geriye “lillâh” lafzı kalır ki bunun manası “Allah’a mahsustur” olur. Eğer “lillâh” lafzındaki ilk “lâm” harfini kaldırırsak “lehû” lafzı kalır. “O’na mahsus, O’na ait” anlamındadır. Nitekim “Göklerin ve yerin anahtarları ancak O’nundur” (Şura 12) ayet-i kerimesinde geçen “lehû” “Allah’a ait” manasındadır. “Lehû” lafzındaki “lâm” harfini kaldırırsak geriye kalan “hû” yani “O” dur. Bu kelime de Allah Tealâ’yı işaret eder. “O, Hay’dır, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.” (Mümin 65) ayetinde olduğu gibi... Bu ayet-i kerimede “hüve” kelimesi kullanılmıştır. Buradaki “vav” harf-i zâid, yani anlam bakımından kendisine ihtiyaç olmayan harftir. İkili ya da çoğul yapılınca düşer. “Allah” ism-i celîlinin her bir harfi Âlemlerin Rabbi’ne işaret eder. (İmam Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî; Mehmed Vehbi Efendi, Hülâsatü’l-Beyân; Tefsîr-i Kebîr; Hak Dini Kur’an Dili)

Cenab-ı Hakk’a mesela “Rahmân” ismi ile dua eden, O’nu kahr sıfatı ile nitelemeyip, sadece rahmet sıfatı ile nitelemiş olur. Aynı şekilde “Alîm” ismi ile dua eden, O’nu kudret sıfatı ile nitelemeyip sadece ilim sıfatıyla nitelemiştir. Fakat “Allah” diyen kişi Hak Tealâ’yı bütün sıfatlarıyla nitelemiş olur.

Besmele’de Rahmân ve Rahîm isimleri

Besmelede Cenab-ı Mevlâ, “Allah” ism-i celîlinin peşinden “Rahmân” ve “Rahîm” isimlerini zikretmeştir. Bu da onun rahmetinin kahrından önce ve öncelikli ve daha çok olduğuna işarettir.

Rahmân ismi Allah Tealâ’ya mahsus bir isimdir; fakat zat ismi değil sıfat ismidir. “Rahmeti sonsuz; gerçek manada nimet veren ve çok merhametli” manalarıyla tefsir edilir. Fakat isim oluşu sebebiyle tam tercümesi mümkün değildir. Yaygın şekilde kullanılan “esirgeyen” ifadesi Rahmân isminin tercümesi değildir; olsa olsa ona bir işaretten ibarettir.

Rahmân ve Rahîm ism-i şeriflerinin her ikisi de rahmet kökündendir. Fakat aralarında önemli farklar vardır. Rahmânlık vasfı ezeliyete yani öncesizliğe, rahîmlik vasfı ebediyete yani sonrasızlığa yöneliktir. Bu noktaya işaret için “dünyanın Rahmân’ı, ahiretin Rahîm’i” denilmiştir. Cenab-ı Mevlâ dünyanın da ahiretin de hem Rahmân’ı hem Rahîm’idir. Yani dünyada hem müminlerin hem de kâfirlerin Rahmân’ı, fakat ahirette yalnızca müminlerin Rahîm’idir.

Cenab-ı Hak Rahmân olduğundan, ezeli rahmeti geneldir. Her şeyin ilk yaratılmasındaki bahşedilmiş bütün fıtrî özellikler Rahmân oluşun eseridir. Bu itibarla Rahmân’ın rahmeti dışında kalmış hiçbir varlık düşünülemez. İlk yaratılış tamamen vehbîdir. Yani hiç kimsenin kendi çabası veya seçimiyle değil, yalnız Rahmân isminin tecellisi ile gerçekleşmiştir. Bu açıdan bakıldığında kâinattaki her şey Cenab-ı Hakk’ın rahmânlık rahmetinin eseridir.

Bu hakikat nokta-i nazarından Rahmân’lık hem bir güvence hem de umuttur. Kâinatta aklımıza gelen gelmeyen her varlık Rahmân’lık rahmetine gark olmuştur ve bu yönüyle her şey korku ve endişeden âzâdedir. Fakat Rahmâniyet tecellisi tek başına vaki olsaydı ilim ile cahilliğin, adalet ile zulmün, hayat ile ölümün, çalışma ile tembelliğin, iman ile küfrün, hakikat ile sahtenin hiçbir farkı olmazdı. Kainatta iradeye, kulun istemine dayalı işlerden hiçbir eser bulunmazdı. İlim ve irade, çalışıp çaba sarf etmekle ilerleme imkânı ortadan kalkardı. İşte o zaman sadece biyolojik bir varlık olurduk. Tarlamıza ekin ekemez, ekmeğimizi pişiremezdik. Hayvan gibi gelir hayvan gibi giderdik.

Allah Tealâ kendisine mahsus bir hikmetle Rahmânlığından başka bir de Rahîmliğiyle vasıflanmıştır. Rahmânlık rahmeti kendisine özgü iken, Rahîmlik rahmetinden irade sahiplerine de bir pay ayırmıştır.

Bitki ve hayvanların anatomisini, organların faydalarını konu alan ilim dallarında Allah Tealâ’nın Rahmân oluşunun sayısız inceliklerini gördüğümüz gibi; insan hayatının mükemmellik sayfalarında, peygamberlerin, velîlerin hayat hikâyelerinde irade ve çalışmalarına bağlı Rahîmiyet izlerini okuyoruz. Başlangıçta, çalışanla çalışmayana bakmadan varlık alemine göndermek ve o şekilde idare etmek Rahmân’ın rahmetinin göstergesidir. Çalışanlara da çalıştıklarının karşılığını ayrıca bahşetmek ise Rahîm oluşunun tezhürüdür.

Demek ki Allah Tealâ’nın Rahmânlığı olmasaydı biz varlık alemine gelemezdik. Aynı şekilde Rahîmliği de olmasaydı, yaratılışımızdaki taşıdığımız potansiyelimizi, yeteneklerimizi işletemez; ilk yaratılıştan bir adım ileri gidemezdik.

Demek oluyor ki, Rahmânlık sıfatının karşısında dünya ve ahiret, mümin ve kâfir eşit iken, Allah Tealâ’nın Rahîmliği karşısında bunlar net bir şekilde ayrılıyor. Bu sebepten besmelede Rahmân ve Rahîm isimleri bir pekiştirme olarak tekrar edilmez. Birbirlerinden farklı rahmet anlamı içerirler.

Rahmân vasfı sadece Allah Tealâ’ya özel (başkası için kullanılamaz), kapsamı ise geneldir. Rahîm vasfının kullanım alanı ise genel (yani başkaları için de kullanılabilir) kapsamı ise özeldir.

İşte Yüce Allah böyle engin bir rahmet sıfatı ile vasıflanmıştır. Bunlar insanlardan ümitsizlik ve güvensizliği kaldırmak, yerine iyimserlik ve güven halini kazandırmak için yeterlidir. Ana hatlarıyla istenen iman ve güven duygusunun ruhu da budur. Şartlar ne olursa olsun, müminin ümitsiz olması için hiçbir sebep yoktur. Alemlerin Rabbi’nin Rahmân sıfatının tecellileri ebedi âlemde ona yetecektir.

Rab: Her şeyi kemâle ulaştıran

Daha önce hiç kitap okumamış, yazı yazmamış olan ümmî bir peygambere bu emir ile bir mucize olarak okunacak bir kitap verilmeye başlanmıştır. Ayrıca yazmadan okuyacak, okutacak, emir vererek yazdırtacak bir kudret ihsan buyrulmuştur. Buna da besmele ile başlaması emrolunmuştur. Bunun da rubûbiyetin gereği olduğu özellikle “Rab” kelimesiyle ifade buyrulmuştur.

Bu ilk nâzil olan ayet-i kerimede “Rab” isminin ifade buyurulmasının bir hikmeti de, Efendimiz s.a.v.’e vahyin evvelinde ârız olan bazı sıkıntıları gidermek içindir, denilebilir. Çünkü “Rab”, sözlükte terbiye anlamına gelen bir kelime ise de, “her bir şeyi kemâle ulaştıran” manasına gelir. Rubûbiyet sıfatı ilahî sıfatların en büyüklerindendir.

Rablik, her şeyi derece derece kemâline erdiren terbiyeyi gerektirir. Eğer terbiye olmazsa bütün âlem noksan kalır. İlahî yardım olmasa hiçbir şey maksadına, gayesine ulaşamaz. İlk inen ayet-i kerimede Allah Tealâ’nın Efendimiz s.a.v.’e Rab ismiyle ferman buyurması, O’nu endişeden uzak kılıp, din konusundaki maksadın hâsıl olacağı ümidinin kalbine yerleşmesi içindir. (Râğıb el-Isfahanî, Müfredât; Tefsîr-i Kebîr; Hak Dini Kur’an Dili; Hülâsatü’l-Beyân)

İki türlü terbiye edici vardır:

• Üzerinden, uzak ya da yakın bir menfaat sağlamak için bir terbiye eden,

• Terbiye edilen menfaat elde etsin diye onu terbiye eden.

Bütün mahlukatın yaptığı terbiye birinci kısma dahildir. Çünkü insanlar, başkalarını onların üzerinden ya mükâfat ya da övgü kabilinden bir kazanç elde etmek için yetiştirir, terbiye eder. İkinci kısım ise sadece Cenab-ı Hakk’a mahsustur; kullarını onların iyiliği için terbiye eder.

Çünkü Rubûbiyet, yukarıda belirtildiği gibi derece derece kemâle, layık olunan makama ulaştırmak manasına geldiğinden, “Rabbinin ismiyle yardım isteyerek Kur’an-ı Kerim’i oku” demek şu manaya gelir: “Ey Rasul-i Ekrem! Seni, azar azar kemâle ulaştırmak ile babanın sulbünde ve annenin rahminde zayi etmeyip muhafaza eden Rabbin, seni yine muhafaza eder; telaş etme!”

Sonradan meyda­na gelen varlıklar, var edildikleri sırada bir yaratıcıya muh­taçtır. Rab ise, o şey varlığını sürdürdüğü müd­detçe onun halini geliştiren ve devamını sağlayandır. Yaratılmış her şey varlığını sürdürme hususunda Allah Tealâ’ya muhtaçtır. Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, her şeyin yaratılmasında ve varlığını sürdürmesinde, kendisine muhtaç olduklarına dikkat çekmek için “Rab” ism-i şerifini özellikle zikretmiştir.

Bu ayet-i kerime inananlara der ki:

Her müslüman kendisi için gerçekte Allah Tealâ’dan başka rab olmadığını bilmeli ve bildikleri üzerinde düşünmeli, tefekkür etmeli. Anladıklarını doğru anlamaya gayret edip, onların gereğini yapmalıdır. Elinin altındaki eğitim ve bakımı kendisine ait olanlara güzel davranmalı, onları en iyi şekilde yetiştirmeye, ihtiyaçlarını karşılamaya ve işlerini kolaylaştırmaya çalışmalıdır. Allah’ın kendisini koruyup gözettiği gibi, o da onları koruyup gözetmelidir.

Allah Tealâ, Rasulü s.a.v.’in rabbi olduğunu beyan buyurduktan sonra Rubûbiyeti ispat makamında “Hâlık: Yaratan” olduğunu bildirmiştir. Yaratma, bütün nimetler için muhakkak olduğu için Rubûbiyet’in delilleri içinden yaratılış tercih edilmiştir. Çünkü Rubûbiyet’i ve Vahdâniyet’i inkâr eden müşriklere başka deliller zikrolunsa yine inkar edeceklerinden, delil olarak en açık ve anlaşılır olan “yaratılış” kullanılmıştır. Ki böylece inkâra bir yol bulamasınlar. (Tefsîr-i Kebîr; Hak Dini Kur’an Dili; Hülâsatü’l-Beyân)

Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.



Semerkand Dergi Logo